22 Kasım 2011 Salı

FİLATELİNİN BAMTELİ

Dostlardan alınan ilham ile;

Genç Antonio kasabanın tren istasyonuna adımını attığında onu bekleyen maceralardan habersiz, uykulu gözleriyle etrafına bakındı. Mussolini İtalyasının kalkınma hamlelerinden pek nasibini alamamış bu mütevazı kasaba, İtalyanın kuzey doğusunda turizmin kabelerinden sayılan Venediğin 23 km. uzağında yer alıyordu.

1980 yılının Eylül ayında, bu puslu Pazartesi sabahında, başka ülkelerdeki akranlarının başına gelenlerden bihaber; istasyonun hemen yanındaki büfeye kasaba postanesinin yerini sorarken, kulaklarında halâ büyük dayısı Roberto’nun söyledikleri çınlıyordu:
“Bak Antonio, bu zamanda böyle bir işe sahip olmak kolay değil, araya kimleri soktuğumu biliyorsun. İner inmez posta müdürü Bay Geraldinio’yu bul selamlarımı ilet. Senin geleceğinden haberi var. Atik ol, kendini sevdir, önüne gelen bu fırsatı değerlendir. Hadi aslanım benim, beni mahçup etme.”

Bay Geraldinio, Antonio’nun dayısıyla askerlik arkadaşıydı. O dönem iki genç II. Dünya Savaşı'nda, Duçe’nin birliklerine pek gönüllü olmasalar da katılıp, mümkün olduğunca cephe gerisi işleri kovalayarak, muhabereci olmuşlardı. Antonio’nun dayısı Roberto telsizci olurken, Torinolu gösterişli genç Alfonso, bölük komutanının postası olmuştu. Komutanın lojmandaki evine gide gele kızıyla kurduğu samimi ilişki neticesinde, savaş sonrası sivilde komutanın hem damadı olmuş hem de kayınbabası sayesinde Poste di L’Italia’da, müdür yardımcısı kadrosuna atanmıştı. Bir yıl geçmeden askerdeki kankasını da unutmamış onu da telgraf idaresinde teknisyen kadrosundan işe aldırmıştı. Roberto L’aquilla’daki işinden son derece memnundu. Önceleri telgrafın başındayken son 10 yıldır telex makinesinin başına geçmiş meslekte 30 yılı devirmişti. Emeklilik kapıdaydı. Bu nedenle emekli olmadan önce yeğenini de kendisi gibi kadrolu, maaşlı bir işe yerleştirmek kızkardeşinin ondan tek isteğiydi. Hem Antonio’nun özel durumu nedeniyle öyle her işte çalışması pek mümkün görünmüyordu.

Genç Antonio ise 18 yaşın tüm uçarılıklarıyla dolu günlerini doya doya yaşayamadan, babasının eski kravatlarından birini istemeden takmış biçimde, jean mont ve pantolondan oluşmuş üniforması ile postanenin yolunu tutmuştu. Bütün yazını L’ivorno’da bir barda garson olarak geçiren Antonio, güneşten sararmış saçları, yanık teniyle bu mütevazı sahil kasabasının sokaklarında pek göze batmadan yürümekteydi. Aklında hali hazırda yazın yaşadığı türlü maceraların tortusu, dilinde dün geceki veda partisininde içilen şarapların pası, dudaklarında tatlı Melita’nın tadı. “Offf ne işim var benim burda yaa?” dercesine ekşitti yüzünü. Bay Geraldinio heralde şu köşedeki bistroda bir cappucino ve kuruvasan kahvaltısı edecek kadar bir süre gecikmesine daha ilk günden ses çıkarmazdı, diye düşündü. Ve siparişi masaya gelirken o da yandaki gazetelikten rasgele seçtiği gazetenin ilk sayfasına boş boş bakmaya başlamıştı bile. Nedense görmeye alışık olmadığı üniformalı bir adamın fotoğrafıyla sunulan haberin ilk kelimelerini okudu kendiliğinden. Türkiye’de Cunta Yönetime El Koydu... İlan edilen sokağa çıkma yasağıyla birlikte ülkede gözaltıların sayısı şimdiden binlerle ifade ediliyor... Türkiye hakkında bilgisi yazın kumsalda ateş başında içilen bir iki sigaradan fazla değildi. Gerçi tanıştığı bir kaç gezgin İstanbul’un etkileyiciliğinden bahsetmiş ancak (geçen yıl bir filmde izlediklerinden dolayı) maceralarını orada yaşayarak, gümrükten sadece anılarıyla geçtiklerini de ilave etmişlerdi.

Off ne güzel bir yazdı, ne işi vardı burada. Kadroymuş, maaşlı işmiş, sigortaymış. Şeytan dön diyordu istasyona, bin bir sonraki trene akşama Melita’yla kaldığın yerden devam et hayata. Kendi kendine söyleşirken annesinin sesi araya giriverdi; “Antonio, baban gibi mi olmak istiyorsun, şair ruhlu fayans ustası. İnşaatlarda taşeronun insafına kalmış bir gelecek seni bekliyor, durma sen de babanın yolundan git o halde. Dayın bu işi ayarlarken bin dereden su getirdi zaten, beni askerlik arkadaşıma mahçup etmeyecekse araya girerim diye şart koştu biliyosun.” İtalyancanın kıvrak sesleri birer kırbaç gibi kulağında şaklayarak, bir çırpıda dökülüvermişti annesinin ağzından vagon kapısının eşiğinde. Antonio bu şoku atlatıp kendine geldiğinde, trenin açık penceresinden el sallarken, tamam anne derken bulmuştu kendini ...Meclis kapatıldı, siyasi parti liderleri de tek tek göz altına alınıyor... Güvenlik Konseyi adına halka seslenen general, “12 Eylül 1980 tarihinde, Türk Silahlı Kuvvetleri, -Emir ve komuta zinciri içinde ülke yönetimine el koydu.”... Emir, komuta, zincir... bu kelimeler içinde bulunduğu duruma tıpatıp uyar gibiydi. Soğumuş cappucinodan aldığı son yudumla Bay Geraldinio’nun onu beklediği gerçekliğinin tadı neredeyse aynıydı. İstemeyerek kalktı masadan ve elindeki tarife göre yürümeye başladı.

Postane binası, denize bağlı sokaklardan birinin sonundaki köşede kasaba meydanına bakıyordu, meydandaki diğer kamu binaları gibi. Her sabah meydanda kurulan pazar öğlene toplanır, o saatten sonra da siesta mesaisine uygun en az iki saatlik öğle tatili başlardı. Antonio her sabah saat 8:30 gibi postayı alacak ve adreslere dağıtacaktı. Kendinden önce meslekte 35 yılını doldurmuş emektar posta memuru Rossi emekli ikramiyesini kim bilir hangi Bahama adasında yiyiyordu bilinmez, bilinen tek şey Antonio’nun zaten çok büyük olmayan kasabayı yarından itibaren arşınlayacak olmasıydı. Şimdiden geçen haftadan biriken bir çanta dolusu mektup onu bekliyordu.

Bay Geraldinio genç Antonio’yu karşısına almış baba edasıyla, tatlı sert bir çırpıda aktarıvermişti görevlerini. Birkaç gün onu evlerinde misafir edebileceğini, yarın dolaşırken bir taraftan da kendine uygun bir ev ya da pansiyon bakmasının iyi olacağını da araya sıkıştırıvermişti. Üniformasını Bayan Geraldinio onun için hazır etmişti bile, evde denerdi, olmadı bir iki müdahaleyle tam üstüne göre yapılıverirdi, merak etmesindi. Üniforma, emir, komuta tanrım ne işi vardı burada... Melita, L’ivorno...

Bütün yaz barda, İtalyan Komünist Partisi üyesi Giulliani ile yaptığı sohbetlerde (çoğu zaman anlamasa da), ne diyordu; kent nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan işçi sınıfı, kentsoylular kadar olmasa da orta sınıfın omurgası olarak, oluşan yeni dünya düzeninde sosyal hakları verilmiş, çalışma saatleri azaltılmış, sendikalı ve toplu sözleşmeli olarak çalışma hayatlarındaki tüm haklarını almalıydılar. Böyle mi diyordu, söylediklerinin tamamını kelimesi kelimesine aklında tutmuş olabilir miydi? Ehh tam hatırlamıyordu ama ayrıca çalışma saatlerinin azaltılması, yaz tatillerinin okullardaki gibi olmasa da iki aya çıkarılması fena mı olurdu? Omuzuna inen “hadi bakalım eli" ile Antonio koltukta sıçradı. “Hadi gidip bişeyler yiyelim, yengen(??) seninle geleceğimi tahmin edip Venedik usulü lazanyayı çoktan fırına atmıştır” dedi Alfonso Geraldinio, sigara içmekten örselenmiş ses tonuyla. Birlikte sokağa çıkarlarken, 40‘larındaki posta kabul memuresi bayan Enrichetta’ya göz kırptı Alfonso Geraldinio, sen de 12 gibi çıkabilirsin hayatım.

Verona Enrichetta 42‘isini önümüzdeki Ekim ayında kutlayacaktı ama parti 39 yaş partisi olarak etrafta dillendiriliyordu. Gerçi minyon tipinden dolayı yaşını göstermiyordu ama yine de 40 yaş barajını aştığını cesurca etrafta dillendirecek özgüvene de sahip değildi. Verona Enrichetta dün akşam komşusu Gavriella’yla bir şişe rose şarabı yuvarlarken 18 yaşındaki bu gençle birlikte çalışmayı, her sabah yarı sarhoş işe gelen osuruklu Rossi’ye bin kez tercih edeceğini itiraf etmişti.


                         ----- O -----

Kasabadaki evlerin çoğu geçen yüzyıldan -hatta bazıları daha da önceden- kalma bakımlı sayılmayan evlerdi. Çoğu numaralandırılmış olmasına rağmen bazılarının numaraları ya düşmüş ya da hiç konulmamıştı. Antonio, bay Geraldinio ile eve doğru yürürken bir taraftan sokak isimlerine, evlere ve diğer mimari ayrıntılara bakıyordu. Ne kadar çabuk kavrarsa o kadar rahat eder diye düşünüyordu.

Ertesi gün işe başlarken çantanın bu kadar ağır olacağını hiç düşünmediğini farketti. Her allahın günü prangaya bağlı gülle gibi bunu yanında taşımanın bir manası yoktu. Hemen bir bisiklet edinmenin akıllıca olacağına karar verdi. Önce şu lanet birikmiş postayı dağıtsındı, Bay Geraldinio bu konuda ona yardımcı olurdu. Ha bir de ev bulması lazımdı. Üff bu üniforma şimdiden canını sıkmaya başlamıştı, üstüne üstlük bez converse'e alışmış ayak tabanları bu yeni ayakkabılardan da hoşlanmamıştı.

Saat 11’e doğru postanın daha yarısının adreslerine teslim edememişken bir mola verdi dünkü bistroda. Bu kez duble bir espresso belki biraz daha yardımcı olurdu kendisine. Yine elini yandaki gazeteliğe uzattı ve günün gazetesini aldı önüne. ...Tıkalı tünelde kalan otomobilde uyuyan çocuk,zehirli gazdan öldü Napoli, AP. Yoğun trafik nedeniyle uzun bir tünelin ortasında kalan bir otomobilin, arka koltuğunda uyumakta olan 2 yaşında bir çocuk karbonmonoksitten zehirlenerek hastaneye kaldırıldı. Yapılan bütün müdahalelere rağmen çocuk maalesef kurtarılamadı... İran, ABD'ye özür diletme girişiminden vazgeçti Humeyni, Rehineleri bırakmak için dört koşul ileri sürdü. Dış Haberler Servisi RAN'ın bildirdiğine göre; Dini Lider Ayetullah Humeyni'nin önceki gün, bir yıla yakın süredir ilk....Washington'dan resmî açıklama yapıldı. Amerika ve Almanya Türkiye'ye ekonomik yardımı sürdürecek. Türkiye'deki durum dünyada temkinli bir iyimserlik ve olumlu bir anlayışla karşılandı. İngiltere'deki yetkililer... Esspresso biraz kendine getirmişti Antonio’yu. “Durmak yok yola devam Antonio” diye gaza getirdi kendini, sonra “sanki bana madalya verecekler monaco” diye bişeyler çıktı ağzından. Bu da nerden aklına gelmişti şimdi. Birden hatırladı yazın tanıştığı gezginlerden biri Türkiye’de öğrendiği “monacoyum” diye bir kelimeyi iki lafın arasına sıkıştırıp, sonra da kahkaha atıyordu. Espresso(nun etkisi olacak heralde diye düşündü.

Günler daha şimdiden yeknesak bir hal almışken Verona’nın doğum günü partisi imdata yetişti. Çalışmaya başladığı günün ertesinde küçük güzel bir ev bulmuş, Bay Geraldinio’nun evinde kısa bir süre de olsa yaşamak sıkıntısından kurtulmuştu. Her ne kadar bayan Geraldinio’nun yemekleri şölen sofrası ölçüsünde olsa da, kendi evinde özgürce yaşamaya tercih edilecek kadar olamazdı. Hem ne zaman canı lazanya çekerse gelip çekinmeden söyleyebileceğini defalarca belirtmişti Bayan Geraldinio.

Doğumgünü partisinin olduğu gece tanıştığı akranı Gianni onun sonraki yıllarda can dostu olacaktı. O yıl Academia di Bella Arti Roma'nın yetenek sınavlarına giren Gianni, resim bölümünü ve grafik sanatlar bölümünü aynı anda kazanmış, tercihini grafikten yana kullanmıştı. Okula kaydını yaptırıp, bir öğrenci evine kapağı attıktan sonra sırf komşuları Verona ablasını kırmamak adına hafta sonu bu doğumgünü partisine gelmişti. Aslında bu parti biraz da Verona ve Gianni'nin annesi Gavriella tarafından Gianni’ye veda partisi gibi planlanmıştı. Şerefe kaldırılan kadehlerin ardından kahkahalar, espriler iki gencin kafalarının birbirine uyduğunun kanıtıydı adeta. O akşam yazın sıcak anıları paylaşılırken, Gianni’nin Roma’ya gidecek olması Antonio’nun canını sıkıyordu. Tam kafa dengi birini bulup bu küçük kasabada eğlenebileceği ihtimali doğmuşken, yalnız günlerin devam edeceği düşüncesi bu keyifli anlara ara ara gölge düşürüyordu. Verona ve Gavriella partiye katılan konuklara evsahibeleri olarak ilgide kusur etmezlerken, Antonio Gianni’ye Melita’yla geçen müthiş yazı çok da ayrıntısına girmeden, biraz da hava atarcasına anlatıyordu. Bu samimi sohbetin kurduğu köprüden bu kez, Gianni’nin yaşadığı müthiş yaz macerasının kelimeleri uygun adım yürümeye başladı. Paylaşılan sırlar, Antonio’nun gözlerini fal taşı gibi açarak Verona’ya bakmasıyla nerdeyse açık ediliyordu ki, Gianni hızlı bir el haretiyle Antonio’nun bakışlarının odak noktasını yine kendine yöneltti. “Şşşş” dercesine yarım göz kırptı. Bu mimikle adeta kendi macerasının Antonio’nunkinden daha sıra dışı olduğunu vurgular gibiydi. O gecenin geç saatlerin parti dağıldıktan sonra Veronaya verdiği doğum günü hediyesi, Verona’nın da ona verdiği veda hediyesi başka bir koyu sohbetin ana teması olacaktı.

Gianni ertesi gün Roma’ya giden trene binerken arkasında üç hüzünlü yürek bırakmıştı, annesi, Verona ve Antonio. Sömestr, paskalya, noel ve yaz tatilleri ilk yıllarda bu iki dostun bir araya geldiği, Gianni’nin Roma anılarını heyecanla dillendirdiği, Antonio’nunsa birbirinin aynı sayılan günlerine sıkışan sıradan hikayelerle bunlarla aşık atmaya çalıştığı hakkaniyetsiz bir düelloya benzetilebilirdi. Ama iki genç adam arasındaki bu rekabet söz kadınlardan uzaklaşıp sanat ve politikaya yöneldiğinde, derinleştikçe derinleşiyordu. Antonio yalnız gecelerini yumuşak bir ten ile avutmadığında ya yeni satın aldığı gitarıyla sevişiyor, ya da Guilliani’den duyduğu bazı isimlerin kitaplarında uzun bir okuma yolculuğuna çıkıyordu. Gündüzleri Posta di L’Italia’nın mümtaz posta dağıtım memuru kimliğini de artık eskisi gibi takmıyordu kafasına. Aylığının yarısını her ay düzenli olarak annesine göndermesine rağmen eline kalan para, onun bütün ihtiyaçlarına yetiyordu. Bu küçük kasaba onun daha da kendine dönmesine yol açarken, çeşitli hobiler edinmesine de neden olmuştu. Edindiği Lupitel marka ikinci el bir kamera ile siyah beyaz fotoğraflar çekip, evde kurduğu küçük karanlık odada onları banyo ediyor ve kartlara basıyordu. Gianni’nin her gelişinde daldıkları yoğun sanat sohbetlerinde, Gianni ona denge, renk, oran, kompozisyon gibi kavramlardan bahsetmiş o da bunları dikkate alarak fotoğraflar çekmeye çalışmıştı. Sadece renk konusu onu heyecanlandırmıyordu, daha çok siyah beyaz çalışmaktan hoşlanıyordu. Renge ne gerek vardı, önemli olan andaki gerçeklik, ışık, denge, kontrast değil miydi? En çok bu konuda anlaşmazlık yaşıyorlardı Gianni’yle. Gianni bu söylediklerinin önemli olduğunu ancak rengi yadsıyamayacağı konusundaki görüşünden geri adım atmıyordu. Benzer günler birbirini takip ettikçe yeni uğraşlar ediniyordu Antonio. Bu kez de alıcısı belli olmayan mektupların, sıra dışı pullara sahip olanlarını ayrı bir yerde toplamaya başlamıştı. Posta dağıtım yönetmeliği gereğince 15 yıl boyunca uygun koşullarda bu mektupların saklanması gerekiyordu. O da bunu yapıyordu aslında, ama evinde bir köşede.

                         ----- O -----

Yıllar da günler gibi birbiri ardına devriliyordu. Gianni mezun olmuş epeydir Roma’da bir reklam ajansında çalışmaya başlamıştı. Eskisi gibi her tatilde olmasa da Noelde ve Paskalya tatillerinde gelmeyi adet edinip, yaz aylarında da çoğu zaman bir kaç haftasonunu kasabaya gelerek geçirmeyi ihmal etmiyordu. Uzun, sıcak, bol alkollü bir haftasonu, gecelerden birinde sohbet taze belediye meclisi üyesi Pierro’nun da masada olduğu sırada kasabanın ne uzayıp ne de kısalan ‘makus tarihine’ gelip dayandı. Bir anda Gianni, “Arkadaş!” dedi “Bu Venedik denilen lağım üstü şehir yanıbaşımızdayken ne turist gelir bu kasabaya, ne de bi bok olur. Tamam bir İtalyan rivierası sayılmasak da Venediğin bok kokulu kanallarına bin basar şu güzelim deniz, ama kıymet bilen yok, varsa yoksa Venedik cazzo!.” “E olum reklam dünyasında çalışan sensin, yapsana bi kampanya güzelinden, tanıtsana kasabanı figa” deyiverdi Pierro. Alkolle iyice gaza gelen Gianni “tamam len(??) yapmayan Gianniyi çizsinler.” dedi.

Antonio o akşam nüveleri atılan bu olayın, dostluklarında bir kilometre taşı olacağını tahmin etmemişti. Nasıl tahmin etsindi? Yaz aylarının seyrekleştirdiği iş temposunun da etkisiyle aradan bir ay geçmemişti ki, Gianni koltuğunun altında bir portfolio içinde kasabanın makus talihini ve de tarihini değiştirecek kampanya ile Pierro’nun ofisinden içeri girdi. Genişçe bir sırıtmayla “bak bakalım fica” dedi, olmuş mu? Pierro dosyayı açtı ve gözleri ışıldadı. “Somewhere, over the Rainbow” sloganı, her evin ayrı renge boyandığı kasabanın denizden çekilmiş panoramik fotoğrafının üstünden ona gülümsüyordu. “Olum müthiş bi fikir lan bu! Yırttık galiba bu sefer” diyerek sarıldı Gianni’ye. “Hemen başkanın yanına çıkalım, o da bu fikri çok beğenecek. Kasabanın bütün evlerini bu fotoğraftaki gibi boyayalım. Bakalım Venedik’e giden yolcu gemileri, tur programına alıyolar mı almıyolar mı bu kasabayı?” “Sakin ol len, coşma hemen” dedi Gianni, "du bakalım, Il dio è grande” (allah büyük).

Öğle yemeğinde başkanla bir araya geldiler, Pierro projeden çok emin yemeğin sonuna sakladı sürprizini. Tiramisu yanına gelen espressolardan ilk yudumlar alınırken dosya da masanın üstündeki yerini almıştı. Pierro “başkanım” dedi “işte kasabamızın kötü kaderini değiştirecek önerimiz burada. Artık Venedik’in gölgesinde bir kasaba olmaktansa kendi turistik devrimimizi yapıp, özerkliğimizi ilan ediyoruz tüm dünyaya.” Başkan şöyle bir baktı önündeki postere, “hmm” dedi “hiç fena görünmüyor, görünmüyor da... bu kadar evin boyasının parasını nerden bulacaksınız” deyiverdi. O anda Pierro’nun kendinden emin yüz ifadesi buz kesti. Gianni cebindeki B planını o dakika koydu masaya. “Başkanım merak etmeyin çalıştığım ajansın müşteri portföyünde bu projeye seve seve spansır olacak bir firma var. Hatta halkla ilişkiler müdüresi Melita çok yakın arkadaşım, bir akşam bu projeden ona söz ettim. Patronunun böyle bir reklam fırsatına sıcak bakabileceğini söyledi. Eğer siz kampanyayı onaylarsanız, bu konuda bir araya gelmek için kendilerini burada bir haftasonu ağırlamayı sağlayabilirim, tabi dilerseniz” diye ilave etti. “E o zaman niye yapmayalım bu işi” dedi başkan. Pierro bir saniye içinde önceden soğutulmak üzere ayırtılan şampanyayı, masaya getirmesi için garsona işareti çaktı.

Akşam Giovanni’nin restoranında kurulan masadaki balığa bu kez Türkiye’den geldiği söylenen, tadı Yunan uzosuna benzeyen ama daha sertçe bir içki olan rakı, namı diğer aslan sütü eşlik ediyordu. Kafalar güzelleştikçe Pierro “yıllardır mındar etmişiz balığı şarapla, birayla mnakoim” deyiverdi. Bu da ağzıyla içmeyi beceremedi bi türlü diye geçirdi içinden Antonio. “Ee” dedi “bu mu şimdi” dedi “müthiş kampanya... evleri renk renk boyadık... Venedik’in gölgesinde farkedilir olduk... ooldu gözlerim doldu...” “Sen inanma olum” dedi Pierro, “zafer biz inananların olacak” “Sektörelli len" dedi Antonio, "zafermiş, inananlarmış.” Gianni “beyler, ağzımızın tadıyla muhabbet edemicek miyiz, n’oluyo size?” dedi.

Antonio gördüğünden beri kampanyaya mesafeli yaklaşmış, beğendiği yönünde neredeyse hiç bir yorumda bulunmamıştı. Gianni’nin de dikkatinden kaçmamıştı bu durum. “Dostum ne ayak?” diye soracak oldu, Antonio lafı değiştiriverdi. “Burjuva kültürünün tüketime dayalı sığ turizm anlayışıyla bu kasaba gelişecekse, gelişmesin arkadaş” dedi. “Bırak bu komünist ağızları, bak doğu bloku bile çöktü artık, dünya değişiyor yoldaş” dedi Pierro alkolden yalpalayan diline hakim olmaya çalışarak. “Artık dünya küresel bir köy, liberalizm yükselen değer”; “Yemiyim liberalizmini” der gibi baktı Antonio, su katınca beyazlaşan bu tadı garip ama kafası güzel içkiden bir yudum daha aldı. Oldum olası içi almazdı Pierro’nun liberalizm, fırsat, yatırım muhabbetlerini. Bu kampanyayla gün doğmuştu puşta, çenesi durmazdı artık. Allah bilir bi sonraki yerel seçimlerde başkanlığa aday bile olmaya kalkardı. Gecenin sonunda iyice yamulan Pierro’yu kapıda bekleyen karısına teslim ettikten sonra, Antonio’nun evine bira cilası eşliğinde sohbete yollandı iki dost. Gianni “olum beğenmedin mi kampanyayı, hiç bir şey söylemeyecek misin hakkında” diye sordu Gianni ısrarla. “Beğendim" dedi, "beğendim eline sağlık süper fikir, ama bana faydası yok.” “Niye olum?” dedi Gianni, kasabaya gelecek dilberler de mi ilgini çekmiyor artık. Senin gibi kapıyı iki kere çalan kaç postacı var şu topraklarda, ehi.. ehi..” Antonio da eşlik etti buruk bi sırıtmayla bu espriye. “Olum, neyin var söylesene, bi durum var sende?” “Var figa var” dedi Antonio “var!”... Ağzından bir demirci örsü gibi bıraktı ortaya yıllardır içinde tuttuğu sırrını “Ben bir köpek gibi görüyorum dünyayı!” Nasıl sorusu altyazıya ihtiyaç göstermeksizin gözlerinde okundu Gianni’nin. “Ne demek len bu?” dedi. “Olum renk körüyüm ben” dedi “o sizin için türlü anlamlar ifade eden renklerinizin dünyası, benim için gri tonlardan oluşan uzakta bir evren!” “Ne olmuş” dedi Gianni, “kendini acınacak biri olarak mı görüyorsun yoksa? Daha neler... Benim de müzik kulağım bir zebranınki kadar, ben trip yapıyo muyum fica!” “Aynı şey mi?” dedi Antonio, “aynı şey” dedi Gianni “dert edersen eğer, aynı şey” “Ayrıca, sendeki fotoğrafçı gözü, fotoğrafçıyım diye dolaşan çoğu lavukta yok. Sergi açcaz senin fotoğraflardan Roma’da, görcekler o zaman postacıyı, kapıyı kaç kere çalıyo... Hadi kap gitarı da Melancoli Man’i çal bana hüzünlü köpek, özledim o güzel sesini ne zamandır” dedi Gianni birer bira daha almaya kalkarken. O gece bambaşka yer etti ikisinin de hafızalarında.

Aradan yıllar geçti, meslekte 30 yılı deviren Antonio emeklilik dilekçesini verdikten bir ay sonra, emekli ikramiyesinin banka hesabına yattığının ertesi günü, bir yolcu gemisinin güvertesinde Bahamalara doğru yola çıktı. Yeni aldığı iPod’una yüklediği bilmem kaç gigabaytlık müziklerin arasında Noir Desire’in popüler parçası, “le vent nous portera” (rüzgar bizi taşıyacak) kulaklığında çalarken, yıllardır biriktirdiği alıcısını bulamayan mektuplardan oluşan zarflı pul koleksiyonunu, geminin kıç güvertesinden teker teker rüzgara bırakıyordu.

Antonio’nun söz verdiği sergiyi henüz açamamış olsa da, sonradan aldığı dijital makineyle çektiği kasabanın renkli fotoğraflarından oluşan bir videoyu bu parça eşliğinde youtube’da paylaşmış ve dünya turuna çıkmıştı. Videonun 13‘üncü saniyesinde görüntülenen sarı lacivert boyanmış, ama kapısı kırmızı bar, yıllardır haftasonları çaldığı bardı. Kapının üstündeki bisikletin hangi bisiklet olduğunu artık siz tahmin edin. Döndüğünde oraya ortak olup müzik yapmaya devam etmenin hayaliyle o da ‘o gemideydi’ artık.

Aşağıdaki adresi kopyalayıp browser'ızın adres penceresine yapıştırınız:
http://www.youtube.com/watch?v=9ol6VkMoFvY&feature=share