22 Eylül 2012 Cumartesi

MUSALLAT AŞI


Geçen haftaki Paris ziyaretimde tabii olarak günlük seyahat programımı Louvre Müzesi eksenine oturtmuştum. Uzun saatlerimi ayırdığım müzenin, edebi eserler bölümünde ünlü şair, devlet adamı Lamartine’in, Sultan Abdülmecit’in dostu olarak İstanbul’da bulunduğu yıllarda tutmuş olduğu seyahat hatıratının orijinal kopyalarına rasgeldim. Lamartine’nin 1835 yılında basılan 4 müstakil ciltten mürekkep bu eserini, orijinal el yazmalarından inceleme fırsatım oldu. Tabii ki kıymetli belgelerin ulu orta sergilenmesi söz konusu olmuyor; netekim Fransızlar da bu nadide belgelere gereken ehemmiyeti gösterip onları cam bölmelerde muhafaza ediyorlar. Lakin teknolojiyi de kullanarak her belgenin dijital kopyalarıyla oluşturdukları dev bir arşivi araştırmacıların hizmetine sunmaktan imtina etmemişler. Bunu öğrendiğimde “İşte bu modern müzecilik anlayışının gıpta edilecek bir örneği” diyerek arşivden sorumlu hoş hanımefendiye heyecanla bağırmışım. Kadın pek de iyi olmayan aksanımdan olsa gerek, gözleri kocaman açılmış, egzajere tepkilerime “işte, doğunun kontrol edilemez duygusallığı” yaftasını yapıştırmıştır diye düşündüm. Başkasının ne düşünebileceği konusunda düşünen zihnime çeki düzen vermeyi düşünerek kendi kendime "Adaam Smith..." dedim. Sonra "Azizim simit yüzme bilmeyenler içindir, bizde simite gevrek, hatta gevreğe de 'pompilon' denir" dedi zihnimde bir ses. Sonra “topla kendini efendi beyinsizliğin sırası mı şimdi” dedim ben kendime, “müze ortasında bu ne gaflet”. Bir süre boş bakmış olacağım ki, hanımefendi gözlerimdeki ani değişimlerden tedirgin eli tezgâh altındaki kırmızı butona yönelmişken, ben ortamı yumuşatan bir sırıtışı kondurdum dudaklarıma “aman güvenliğe ne gerek var efendim” dercesine. Ve hatıratın 1365 sahifeden oluşan kopyasının, avro cinsinden bedelini müzeye bağışladım ve çıktıları itina ile çantama yerleştirdim. Bir an önce otele yollandım hızlı adımlarla. Gören de sanki orijinalini aşırdım da kaçıyormuşum sanacak diye hafiften yavaşladım sonra. Metroda meraktan kabaran iştahımı bastırmak için gezi sırasında okumak üzere yanıma aldığım Uzun İhsan Efendi’nin yeni romanı 7. Gün ile, atıştırmalık nevi satırları yutmaya başladım. Ahh ne nefis, ne leziz cümlelerdi okuduklarım. Bir ara nefsime hakim olamayıp bu cümlelerle tıka basa bir ziyafet çekeyim önce derken buldum kendimi. Ancak aklıma düşmüştü birkere Lamartine, iştahıma dur deyip otele varıp asıl yemeğe sakladım hevesimi.

Otele varır varmaz resepsiyondan anahtarımı kaptığım gibi yüzyıllık asansörün gelmesini beklemeden merdivenlere vurdum adımlarımı. İkişer üçer atladım basamakları. “quatrième étage” (dördüncü kat) yazısını görmem maratoncunun finish kurdelesini görmesi gibi mesut etti beni dostlar. Odama vardığımda lezzetli bir yemeğe saldıran “gourmand” (obur) tavrı yerine, her tadın damaklarda bırakacağı eşsiz notaların peşinde olan bir “gourme” edasıyla ağırdan almaya başladım hareketlerimi. Şehrin telaşını önce üzerimden su ile bir güzel akıttım. Sonrasında otel armalı robe de chambre'ımı giyip mini barda beni bekleyen cabarnet savignon’u itina ile kadehe doldurdum. Bu kez de aziz dostum Hippi Efendi’nin şarap üzerine yapılan bir münazara da “cânım öküzgözü varken sen bana cabarneyi mi savunuyon mi’rim!” diye ünlemesi geldi aklıma. Dudağımda bir tebessüm ile kadehimi doğu yönüne bakan penceremden boşluğa kaldırdım. Pencerenin önündeki küçük yazı masası her nekadar bir kaç yüzyıllık olmasa da, ben ruhen o yıllara çoktan gitmiş idim hatıratın ilk sayfaları çevirirken.
O yıllara ait anıları, dışardan bir bakışın kaleminden okumak ne heyecan vericiydi bir bilseniz. Lamartine’nin gözünden Osmanlı toprakları... Düşünsenize Anadolu, Lübnan, Şam, İstanbul. Abdülmecid’in misafiri olarak geçirdiği günlere dair sarayın ve günlük yaşamın paha biçilmez ayrıntılarıyla dolu satırlar kimi heyecanlandırmaz? Bu soruya cevap aramaktan vazgeçelim iyisimi.

Okudukça sanki bir belgeseli izliyor gibi hayalimde canlanıyordu her cümle. Şaraptan aldığım her yudum, heyecandan kuruyan ağzıma çöle yağan yağmur gibi ferahlık veriyordu. Lamartine’in usta anlatımıyla sokaklar, kişiler, günlük rutinler, âdetler; ecnebiler, rumlar, yahudiler, ermeniler, türkler, kıptîler... yetmişiki millettin bir arada yaşadığı İstanbul önümdeydi işte. O yıllarda saray ahalisi kimlerden oluşurdu; neler nasıl, hangi usûle uygun yapılırdı? Hepsi Lamartine’nin gözüyle tarif ediliyordu...

Her detayı anlatmamı beklemeyin efendim benden, şaraptan mı, okumaktan mı çakır keyfin sınırlarını çoktan geçmiş, kelle koltukta kendimi bulduğumda, ağzımda şaraptan olsa gerek bir kuruluk vardı. Üstelik kellenin koltukla olan münasebetinden boynumda bir sızıyla uyandım. Gece çoktan sabaha varmış, günün ilk ışıkları pencereden odaya nüfuz etmeye başlamıştı. Sersem sepelek kalkıp, "Müsade et şems içre duhûl eylesin" eserini ıslık ile geçerken el yordamıyla bir bardak suyu boğazdan aşağı boca ettim. Buz gibi su pusların arasında beliren deniz feneri gibi aydınlatmaya başlamıştı zihnimi. Boğaz çağrışım yapmış olmalıydı zira. Lakin boğaz kurumuştu bir kere ne kadar içsem de dinmiyordu susuzluk... Neyse yeri gelmişken ilk ciltte hikaye edilen önemli bir vakıayı aktarayım müsadenizle:

Efendim, Haliç, nam-ı diğer bosphorus, altın boynuz yani.. yakın geçmişteki o kötü kokulu halinden eser yok o yıllarda. Lakin, bir delta olması hasebiyle, durgun sulara sahip doğası gereği. Yıllar yılı işte bu durgun sular nice efsaneye de, bilimum mahlukata da ev sahipliği yapmış. Özellikle de sivri sineklere eşi bulunmaz bir “eden bahçesi” olmuş adeta. Lakin Lamartine’in bulunduğu yıllarda İstanbul’un nazende hanımları gibi tok gözlü, kibar sivrisinekleriyle mevsimlik düzeyli ilişkisini sürdüren ahali, o yaz illallah etmiş bu mahlukattan. Bir arsızlık, bir ısrarkeşlik. Huyu mu değişmiş bu mahlukatın diye düşünürlerken, bakmışlarki düzeyli ilişkinin masum nişaneleri olan, küçük pembe kızarıklıkların yerinde çoktan nohut sertliğinde, canhıraş kaşıma sonucunda yaraya dönüşmüş iltihap kusan yanardağlar var. Sabi sübyanın geceleri ağlamalarının yanında, sanki İsrafil’in Sûr’ü üflenmiş gibi vızıltısıyla da insanı uykusunda kıyam ettiren bu mahlukat, ne uyku bırakmış ahalide ne de asab. Devlet-i Âli Osmanî’nin işleri, geceleri uyuyamayan ahalinin gündüz vakti sağda solda sızmasıyla yürütülemez hale gelmeye başlamış. Halk, dededen kalma usûllerle kendini koruyamaz hale gelmiş; çünkü ne tütsü dinlermiş bu mahlukat, ne cibinnik, ne de cepken. Mübareklerin iğneleri sanki çelikten. Pike üstünden delmedik ten bırakmıyorlarmış. Abdülmecit de, haremi de müzdarip olmaktaymış haliyle bu illetten. Her ne kadar oda pencereleri tül ile tülbent ile kuşatılıp, bütün gece türlü çeşit tütsüler, sığır tersleri dahi yakılsa tesir etmiyormuş uykusuz gecelerin arsız müsebbiplerine. 

Sultan bir araştırın demiş bu illetin kaynağı nedir, neden böyledir. İşlerinin erbabı hafiyeler ava çıkmışlar Haliç civarında ellerinde tülden kepçelerle. Onlarca zanlıyı cam fanuslara hapsedip baytarlardan, hekimlerden müteşekkil saray ilim dairesine götürmüşler. Hekimler toplanıp pertavsızlarla bakmışlar bu yeni nesil mahlukata yakından. Öyle amaçsız, hedefsiz gibi görünen mahlukat, güneş gitmeye başlayınca inceden huzursuzlanmaya başlamış. Haliyle yemek saatleri gelmiş ve taze kana ihtiyaç duymaya başlamışlar zaar. Uçup uçup bir araya toplanıp, tekrar uçup bir araya gelerek garip tavırlar sergilemeleri bazı dikkatli gözlerde anlam bulmuş. Sanki bir düzeni ihtiva ediyormuş hareketleri. Hekimlerin arasında rasatî olarak bulunan, sarayın ileri gelenlerinden Sagan-i Can Efendi farketmiş bu esrarlı mesajı ve demiş ki; “Nöbetçiler! Pasha’ya, Hippi Efendi’ye, Baron’a, Ezgiye Hatun'a haber salın buraya teşrif etsinler” Haber uçurulmuş, gelmiş dört zat-ı muhterem kısa zamanda. Onlar da incelemeye başlamışlar mahlukatı. Bir vakit sonra riyaziye, cebir tahsil etmiş paşa genişçe bir kağıdı koni haline getirip sivri ucunu fanusun tülbent ile tecrit edilmiş ağzına dayamış. Hippi Efendi’ye dönüp “o hassas kulağınızı koninin ağzına yaklaştırınız efendim” demiş. Denileni yapan Hippi Efendi bir gözünü kısıp, diğeri hafif açık yüzünü limon yemiş gibi ekşitir ifade ile kalmış dinler vaziyette. Sonra gözlerini kocaman açmış, “Aman yarabbi! susun, susun” demiş. Herkes pür dikkat sessizce olanları izlemekteymiş. Hippi Efendi’nin duydukları sanki birer birer kelimelere dönüşmeye başlamış. Hippi Efendi de başlamış duyduklarını dillendirmeye. Başlamış, lakin kimse bir şey anlamıyormuş bu lisandan. "w szczebrzeszynie chrzaszcz brzmi w trzcinie i szczebrzeszyn z tego slynie" deyivermiş Hippi Efendi. Baron atılmış, “ben bu lehçeyi sanki işitmiş idim” demiş. O sırada odanın karanlığından sakin bir ses duyulmuş. “Lehçe değil Lehçe’dir bu lisan efendiler” demiş. Ekşi Lugat’a baktım az önce. Anlamı da  ‘szczebrzeszyn şehri, kamıştan acaip sesler çıkaran bir böcekle ünlüdür’ demektir” demiş. Baron söylenenle ilişkili “ney!” demiş heyecanla. Odadakiler hep bir ağızdan "ney?" diye sormuşlar Baron’a. Kısa bir sessizlik olmuş. Ezgiye Hatun onaylamış, "Guugulî Alemde de bahsi geçmekte murakabe ettim" demiş. “Şşşşşt” yapmış eliyle Hippi efendi, efendiler sesizlik lütfen. Hippi efendi konuşulanları aktarmaya devam etmiş, karanlıktaki ses de anlaşılır hale çevirmiş söylenenleri. Diyormuş ki mahlukat: "Biz Slav ülkesinden geldik buraya, Vlad’ın topraklarındaki bataklıklardan... Açız her daim, doyuramadığımız tek yönümüz aç gözümüz... İçtikçe susarız kana. Kanın esiri olmuşuz, müptelasıyız yani. İsteriz hep kan olsun etrafımızda, dolduralım doymayan midelerimizi akan kanla... Hakir görmeyin bizi, müptelayız işte. Lanetlenmiş zihinlerimiz doyumsuzlukla... Kana kana içmedikçe, kana doyulmuyor bilseniz... Mesela "Akacak kan damarda dursun, ziyan olmasın" diye bir sözümüz var bizim. Damarda dursun biz içeriz... Bizi vahşi sanmayın, aksine sizden daha vicdanlıyız. Savaşları sevmeyiz biz. Kan boşa akar savaşlarda, hiç uğruna... Oysa bir bilse insan ‘hiç’i ve dahi 'hiçliği'... Ne savaş kalır ne de akan kan. Akıtmayın boşa kanınızı, nimettir bizim için... Sizin için olmasa da..."

Duyuldukça kelimeler kulaklarla, yüzler kirece kesmiş bir çoğunda odadakilerin. “Korkmayın” demiş karanlıktaki ses kireç yüzlülere, “halimizi anlatır mahlukat bize, ne korkarsınız bre! Gidin çabuk” demiş “kireç dökün boylu boyunca Haliçe, kireç hakkından gelecektir bu mahlukatın...”

Hemen Sultan'a müjdeyi vermek için seyirtmişler yalakalar, dalkavuklar bahşişle nemalanırız diye. Derhal sultanın fermanıyla memleketin dört bir yanından ocaklardan kireçler taşınmış Haliç’e. Sönmemiş kireci boca ettikçe mavnalar Haliç'in sularına, patlaya çatlaya bir savaş başlamış mahlukatla insanoğlunun arasında. Haftasını bulmadan kimya hakkından gelmiş aç gözlü mahlukatın. Terketmişler Diyar-ı Osmanlı’yı.

Sarayda bir bayram havası. Halkın keyfine diyecek yok. Hayat yine rutinine dönerken, Valide Sultan emir buyurmuş “doyurun fakiri fukarayı” demiş. Beleş aşın da müptelası çok olur, yoksulu varsılı kuyruklar halinde kazanların önüne dizilmiş camilerin avlularında. Musalla yerinde kalabalıklar toplanmış, kıtlıktan çıkmış gibi yumulmuşlar büryana, hoşafa. Sanki mahlukatın kana yumulması gibi... “Padişahım çok yaşa!” diye bağırmış, bir yardakçı ağzından pilavın tanelerini saça saça. Kalabalık hep bir ağızdan tekrar etmiş "padişahım çok yaşaa!. Avlunun başka köşesinden, “validemiz çok yaşa!” demiş bir diğeri, koro hep bir ağızdan tekrar etmiş “Validemiz çok yaşaa!” Yobazın biri bağırmış “Allah dövlete zeval vermiye!” “Aaaamiiin!” demiş ahali. Musalla taşının önünde "Musallat Aşını" yemişler hep birlikte, tıka basa doyana kadar.

O esnada Eyüp sırtlarında (yıllar sonra ünlü oryantalist Pierre Loti’nin de sıkça ziyaret edip, adının verileceği) kahvede oturup bembeyaz olmuş Haliç’e bakan saray erkânı; sanki beyaz bir sayfaya bakar gibi bakıyormuş Haliç'e umutla. Sagan-i Can, Hippi Efendi, Baron ve Ezgiye Hatun kulaklarında koni şeklinde kağıtlarla Şehr-i İstanbul'un uğultusuna kulak kesilmiş dinlerlerken, Paşa “hacılar, bacılar güneş rakı burcuna girmiş iken, sizin gibi rakırlara yakışmayan tavırlar görmekteyim, teessüf ederim” deyip ayarı vermiş sabahtan beri kendini kahveye, çaya vurmuş dostlarına.

Tam o sırada boynundaki ağrı artık dayanılmaz hâl alan bendeniz, gözlerini asıl şimdi açtığının farkında odanın aydınlığına, "Neredeyim?" dercesine baktı etrafına dostlar. Uzandığım uzun deri koltuğun yanında oturan beyefendi, elinde bloknotuna bir iki şey karalamayı sürdürürken şefkatle gülümsedi bana. Ve dedi ki: “Hipnozun etkisiyle bir süre size ulaşamadım, ama yine de mırıltılarınız çok değerli bilgiler verdi bilinçaltınız hakkında. Ben bu devrik cümlelerden ne zaman kurtuluruz acaba diye düşünmeye başlamışken, "Pek sıkça rastlanmasa da dostlar arasında sirayet eden psikolojik bir vakadır hâliniz." diyen beyefendinin cümleleri üstüme üstüme devrilmeye devam ediyordu. Kendime gelmeye başladıkça, cümler de normalleşmeye başladı sanki. "Zihniniz anakronizm illetine (tabirimi maruz görün) yakalanmış" diye sürdürdü konuşmasını beyefendi... "Sanırım yaşadığınız dünyaya karşı takındığınız hassasiyet ve buna bağlı çaresizlik hissi; olanları farklı şekilde hikayeleştirmenize neden oluyor... Bu hâl önce arkadaşlar arasında küçük kelime oyunlarıyla espiri yaparak kendini gösterir. Sonra bunlarla örülü öyküler yaratmaya başlarsınız. Daha sonraki aşamada da bu öykülerin tarihi gerçeklikler olduğunu iddia edersiniz. Bunun bir zararı var mı derseniz, aslında yok. Ancak bunu gerçeklik olarak gören bir kitlenin peşinizden gelmesi sorumluğunu taşıyabilecek misiniz? Bence önemli olan bu.” 

“Gerçeklik bana kalırsa göreceli bir kavram” dedim dostlar, beyefendiye. “Gerçekliğin ne olduğu konusunda derin bir sohbete girmek isterseniz, sizi bir akşam dostlarımla rakı sofrasında ağırlamak isterim. Rakı sofrasındayken çokca gerçekliğin değiştiğine tanık oldum. Mesela buz cama dönüşüverir aniden. Bardağa yuvarlandığında sesleri ve görünümleri neredeyse aynı olduğu halde biri suya nüfuz ederken diğeri taviz vermiyor halinden. Biliminsanları camın yüksek ısıya maruz bırakılmış silisiumdan meydana geldiğini söylüyorlar. Oysa cam yere düştüğünde tuz ve buza ayrışıyor. Haksız mıyım?Dolayısıyla gerçeklik anda değişebilen bir olgu... Neyse gelin kendi vicdani gözlerinizle tanık olun gerçekliğe dost sofralarımızda, belki hak vereceksiniz bana” dedim.

Yine tebessüm etti, şefkatle baktı beyefendi bana. “Belki” dedi, “bir gün, neden olmasın”.

“Bugünlerde ‘anakronizm’ ve ‘anarko-izm’ kavramları üstüne de düşünüyorum” dedim aklıma gelmişken. “Üstadım Hippi Efendi ile bu konuyu konuşmayı planlıyorum. Ne dersiniz? Sanırım onun da bu konuda söyleyecekleri vardır”.

“Şimdi de anagram yapmaya çalışıyorsunuz. Kelimeleri kendi hallerine bırakın, eğip bükmeyin lütfen” dedi. “Ayrıca uzman olarak önerim bence bir süre düşünme eylemine de ara verin. Düşünmeyin mümkünse” diye sürdürdü.

“Ne düşünücem, düşünmem daha iyi” dedim.

Saatine baktı, “isterseniz şimdilik bu sohbeti sona erdirelim. İstediğiniz zaman beni ziyaret edebilirsiniz” dedi.

“Ne etçem, etmem mahçup da olmam daha iyi” dedim.

“Dikkat edin yine kurcalıyorsunuz kelimeleri” dedi.

“Aman tamam, senden de bişey kaçmıyo” dedim.


“Hadi o zaman” dedi, “Heidi” dedim “anlamadı...”

19 Nisan 2012 Perşembe

Boşluk.


Atomun % 99.9 'u boşluktur. Bir örnek vermek gerekirse, atom çekirdeğini İzmir'in merkezinde 1 metre çapında bir rakı masası olarak farz edersek, yörüngede dönecek olan elektronları temsil eden papaz erikleri - arzu edenler, çiğ köfte veya peynir de döndürebilir - Çeşme, Kuşadası, Dikili ve Ödemiş'i içine alan bir çemberde hareket edecektir. Dikili'nin Çeşme'den daha uzak olması, kıvrımlı karayollarına tevessül etmeyecek olan elektronları ilgilendirmez. Sözün özü, atomun dev bir boşluktan oluştuğudur. Bu da, bazen içimizde bir boşluk hissetmemizin, boş boş bakmamızın, boş konuşup boş şeyler yazmamızın nedeni olabilir.

8 Nisan 2012 Pazar

KERMİT, TERMİK İSTEMİYOR !...

Kermit, Aliağa’da halka yaptığı açıklamada şöyle dedi;

‘Biliyorsunuz ben yeşilim. Ve termik santraller, yeşilin düşmanıdır. Kermit, Termik istemiyor, bunu böyle bilesiniz. İktidar sahiplerinin ve doğa talancısı şirketlerin kuklası olmayacağız. Kukla değiliz biz !…'

Bir vatandaşın ‘Nasıl yani ?’ diye sorması üzerine Kermit, ‘Eee, tamam, ben kuklayım ama siz kukla olmayın. Ayrıca kukla olmak çok da hoş ve kolay bir şey değil. Düşünsenize, birisi kolunu dirseğine kadar içinize sokuyor. Eğer termik santrallere karşı direnmezseniz, size olacak olan da bu.’ dedi.

Bir başka vatandaşın ‘ Biz tek başımıza ne yapabiliriz, kolay mı güç sahiplerine karşı direnmek ? ‘ diye sorması üzerine sinirlenen Kermit, ‘ Vraaak bu işleri kardeşim. Bir araya gelen halktan daha güçlü ne olabilir ? 1990’da birlikte direnip termik santralleri durdurmadınız mı? Yine yaparsınız.’ dedikten sonra herkesin hayret dolu bakışları arasında bisikletine atladı. İçine sokulmuş bir el, ya da onu yönlendiren ipler olmaksızın pedalları çevirmeye başlayan Kermit, ‘Şaşıracak bir şey yok, kuklalık bir kader değil, bir seçim meselesidir.’ diye ekledi ve vraklayarak gözden kayboldu.