31 Ekim 2013 Perşembe

Bir Dünya Markosu

Efendim, muhterem dostum Hippi Efendi’nin ve zevcesi Hülya Hatun’un tevellütlerini mübarek eylemek için sarayda bir araya geldik geçtiğimiz gece. Paşa’nın maharetli parmakları ile sofra üzerinde yarattığı senfonik manzume damaklarda çatlamalara sebebiyet verdiğinden, çatlayan yerlere rakı ile pansuman yapılıyordu.. Malumunuz alkol damarları açar, kanı sulandırır. Kan bedenin her köşesinde rahatça dolanır, bu vesile ile dimağa ışık, zihne feraset verir derler. Bu sebeple olacak ki, masada laf lafı, mevzu mevzuyu açıyordu. Kelimebaz efendiler boş durmuyor, dilleri ile adeta trapez gösterisi sunuyorlardı. Sözler balla kesiliyor, muhabbet baldan da tatlı hale geliyordu. Ne zaman  sohbet içinde tereddüt yaratan veya hatırlara gelmeyen bir detail ortaya çıksa, sarayın şark illeri vekili Ahmet bey (Ahmed bin Guguuli olarak da malumdur), elindeki elektronik cihaz ile virtual aleme bağlanıp konuya bilimsel açıklamalar getirirerek hiç bir noktanın muallak kalmamasına ihtimam gösteriyordu. Masamız hoş ve latif hanım efendiler tarafından şereflendirilmişti ki, sohbetlerimizin konuları hep bilimsel ve sanatsal mevzularda cereyan etti. Bu şahane muhabbet, sahne heveslisi bendenizin de geçmişten bir hatırasını dimağının toz tutmuş sinapslarının arasından bulup aktarmasına vesile oldu netekim. Hikâye şöyle gelişti, müsadenizle aktarayım efendim:

Hippi Efendi ile dostluğumuz, muhabbetimiz hayli eskilere tekabül eder malumunuz. Yine bilenler bilir kendisi bir çok vasfa sahip olmanın yanı sıra dil üzerine de, hikâyat üzerine de bir ekoldür. Ben de o ekolün naçizane talebesi olma bahtiyarlığını yaşamış kişilerden biri sayarım kendimi. Sözü uzatmayayım diyeceğim ama emin olun uzayacaktır. Efendim dedim ya, Hippi Efendi’nin vasfı çoktur; virtüel alemde yani enstrümanını virtüözite seviyesinde çalan zevat arasında tanındığı gibi virtuâl alemde de mesaisi pek eskilere dayanır. Daha gigabaytların, terabaytların icâd olunmadığı zamanlarda kompüterini maharetle kullanır, internet aleminde seyr-ü sefer ederdi kendileri. Bu dönemlerde MIRC tabir edilen virtual bir kulüpte takılır idik beraberce. Bu kulübün üyeleri kendilerine bir mahlas edinir ve o mahlaslarla hitap ederlerdi birbirlerine. Hippi Efendi ise o kulüpte kendine mahlas olarak mesleğinin pîrlerinden biri olması hasebi ile ünlü kâşif Magellan’ı seçmiş idi. Kulüpte vakit geçirmek için sohbet odalarının yanında çeşitli oyunların da oynandığı odalar bulunmaktaydı. Hippi Efendi’nin en gözde odası ise Trivia diye söylenen malumatfuruşların rağbet ettiği odaydı. Sabahlara kadar süren çekişmeli oyunlarda, ortaya bir soru atılır, doğru cevabı ilk veren o eli kazanırdı. Eh Magellan’ın kısa sürede odanın gözde oyuncularından biri olduğunu söylemem sizi pek şaşırtmayacaktır tahmin ederim... Efendim Magellan nerede ben de orada, takıldım peşine tabiiki. Önce bir mahlas bulmam lazım haliyle. Kulüpte ilk zamanlarımda kendime hiç duyulmamış bir şey olsun diye, başka bir muhterem dostumuz musikîşinas, namı diğer shark-ı muhteriz, Emin Sarıdjiyan efendinin kedileri severken çıkardığı “abidjan” nidasını mahlas olarak edindim. Sonraları öğrendim ki bu bir nidanın ötesinde Cote d’Ivorie memleketinin kapital şehrinin adı imiş. İnsanlar meraklı, “efendim daha önce yoksa Cote d’Ivorie de mi bulundunuz, yok seferi misiniz, sefir misiniz?" diye suallerle bunaltıyorlar beni. Diyemiyorum ki efendim, dostum, kediler falan diye. Neyse seçmiş bulundum bir kere deyip biraz idare ettim, ama içim içimi yiyiyor dostlar, usta kendine Magellan gibi karizmatik bir mahlas edinmiş, ben ise abidjan. Üstelik uzaktan yakında ilgim, bilgim yok Fildişi Sahili tabir edilen memleketle. Eh, az çok palazlanmaya da başlamıştım oyunlarda. “Yok” dedim “olmıcak bu böyle, kendime efendi gibi bir mahlas bulayım”. Biraz düşündüm, az kaşındım dedim ki;  ”Ah ha!.. madem dostum denizlerin kâşifi ben de karaların kâşifi olayım. Marco Polo olsun mahlasım”. Amaan görmeyin bendeki cakayı artık, sanki Marco Polo’nun kendisi oturuyor klavyenin başında. Ama mahlasın hakkını vermek lazım tabi, ne olur ne olmaz bir soru geliverir yine, biri merak eder sual eder kimdir, nedir? Hemen araştırmaya başladım derinlemesine Marco Polo efendi kimdir, nasıl bir hayat sürmüştür vesair diye. İşte anlatacağım bu hikâye o dönemdeki araştırmalarım neticesinde tıpkı bu hatıratın aydınlığa çıktığı gibi, raflardan birinde gözüme ilişen kitabın sayfaları arasından bana ulaştı dostlar. Genç Marco’nun henüz Marco Polo olup meşhur kitabını yazmadan önce, gezilerini not ettiği günlüğünün bir çevirisi idi bu. Kitap, 1968 yılında BAYT (Bilinçler Altında Yirmibin Timsah) Yayınlarından çıkmış. Solak Hattat’ın salonundaki gizli(?) kütüphanede denk gelmiştim bu değerli kaynağa; Genç Marco'nun Hatıratı... Daldım sayfalara heyecanla.

Marco’nun günlüğüne yazdıklarından anlıyordum ki, delikanlı babası ile bir çekişme, bir yarış psikolojisi içinde. Baba meşhur kaşif, tüccar Nicolo Polo. Psikoloji ilmi ve "ödip kompleksi" her ne kadar 19. yüyzyılın keşfi ise de, bu kompleksin o dönemlerde de olmadığı anlamına gelmiyor dostlar. Bizim genç Marco da böyle bir halet-i ruhiye içersinde işte. “Babamdan çok daha iyiyim, çok daha başarılıyım. Annem aslında beni seviyor, bana aşık” vesaire vesaire. O yaşlarda başka ne umulur ki genç bir bünyeden. Neyse efendim psikolojik tahlile lüzum yok. Delikanlı bu ruhi durumunu biraz abartmış olacak ki, memleketinde arkadaşları arasında "Makro Polo" diye alay konusu bile olmaya başlamış. Tavernada şarabı ziyadesiyle tükettiği akşamlarda durup durup “göreceksiniz, o yaşlı moruğun gidemediği yerlere gidicem, kazanamadığı paraları kazanıcam.. Tüccar neymiş, kaşif kimmiş hepiniz göreceksiniz.. Polo sülalesini dünyaya lanse edicem.. Bir dünya Marco’su haline gelicem uleen!” diyerek atıp tutuyormuş. Arkadaşlarının kendisini pek takmaması ve babasına da kendini kanıtlamanın gazıyla çok geçmemiş genç Marco atlamış Cenova’dan bir kalyona, soluğu Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’de almış. Almış, almış ama o dönem şehir iki yakası bir araya gelmez vaziyette, zor günler geçirmekteymiş. Haçlı akınları, Latin işgalleri derken, cânım şehir halka sürekli ceberrut davranan tiranların elinde barut fıçısına dönmüş. Keyfine göre şehri ona buna pay eden, bir gün yıkan, diğer gün yakan, ne laftan, ne de halden anlayan tiranlara karşı bir ayaklanma başladı başlayacakmış sokaklarda. Marco'nun aktardığına göre halk uzun zamandır gelmediği gazlara gelmişmiş, hatta galiba onlara biraz da nazar deymişmiş... Neyse genç Marco şehre gelince bugünkü Galata civarında Cenevizlilerin takıldığı yerlerde bir hana yerleşmiş. Günlerce Şehr-i Bizans'ı gezmiş dolaşmış. Yine böyle bir günün akşamında han odasında muhtemel seyahat planlarını ve rotası nasıl olur diye düşünürken, bakmışki burada vakit kaybetmenin bir manası yok, şehir karışık sakinleşeceği de yok. Diğer yandan düşünmüş akranları kızlı erkekli şehirlerini koruma derdindeler. Bir omuz da ben mi versem acaba bu mücadeleye diye aklından geçirmiş. Diğer bir düşünce atlamış hemen ortaya, “olum sen mi kurtaracan memleketi ne alaka? Zaman yola çıkma zamanı, senin yolun paranın yolu, maceranın yolu.” Marco'nun düşünceleri bu gel git içinde salınırken, elindeki gümüş sikkeyi havaya atarak en basitinden çareyi yaratmış bu dilemmaya. Aklından da şöyle geçirmiş; “yazı gelirse, yazı burda geçirir duruma bakarım, tura gelirse tura çıkarım aga.” Tahmin üzere tura gelmiş dostlar. Ve Marco ertesi sabahtan itibaren kaldığı handaki diğer tacirlerle böyle bir yolculukta nereyeye düşürmeli yolu, para nerelerde el değiştiriyor, kaliteli mallar nerelerde bulunur diyerek bilgi toplamaya başlamış. Demişlerki sorulanlar “sen iyisimi cenuba doğru, Symyrne'ye git delikanlı. Orada da Cenevizli tüccarlar var, daha çok faydaları dokunur sana, buradaki insanların kafa karışık biraz.” Marco söylenenler üzerine toplamış tası tarağı ilişmiş bir kervana ve çıkmış yola. Kervan Dakibyza, Nikomidia denilen yerlerden geçip iki gün sonra Prusa’da uzun bir mola vermiş. Gece konaklamalı gündüz agora, pazar dolanmalı. Gün boyu Prusa çarşını gezen Marco, Venedik’te de pek rağbet gören çeşit çeşit renkte dokunmuş ipek kumaşlardan pek bir etkilenmiş. Bu kumaş hakkında az çok bilgisi varmış Marco'nun. Memleketinde sadece soylular giyerlermiş bu kumaştan dikilen elbiseleri. “Seta” derlermiş, “silk” derlermiş bu kumaşa oralarda. Aynı kumaşlara denk gelince sormuş soruşturmuş, nasıl yaparlar, nerden öğrenmişlerdir bu zanaati diye. Anlatmışlar uzun uzun hikayesini kumaşın. Öğrenmiş ki bu kumaşın ustalarının ustaları Hind illerinde, Çin illerindedir. Belki de daha ucuzunu oralarda bulacaktır. Çokça almak isterse de oralara gitmek icap eder, buradakinin alıcısı zaten hazırmış. Nasıl gidilir, ne edilir diye sormuş heyecanla. Demişler ki; "bir yolu vardır elbet, adı da ipektir yolun lakin, kendisi uzun ve meşakkatlidir, tehlikelerle doludur. Bilenle, daha önce gidip dönen ile gitmek en hayırlısıdır. Bir yol erbabı bulasın kendine, develerinin önüne..." Anladım demiş Marco, devam etmiş Symyrne’ye doğru yola.

Symyrne’ye vardıktan sonra yer aramış kendine konaklayacak. Bugün artık olmayan küçük bir denizin kıyısında, eski Roma Hisarı’nın yakınlarında bir hana yerleşmiş. Ertesi gün gezmeye başlamış bu şehr-i garibi.. Konstantinopolisi ikiye ayıran boğaz her ne kadar bir deniz olsa da bir nehir gibi akarmış, hatırlamış. Buradan bakılınca oradaki hayat da aynen bir nehre benzermiş zaten. Burası ise bilakis sükunet içinde telaşsız sakin bir denize sahip imiş, göl gibi. İnsanları da denizi gibiyiş. Sevmiş bu dinginliği, herkes sakince yaşarmış gününü gecesini burada. O da benimsemiş bu hali, bırakacakmış kendini bu ılık liman ataletine ki, kumaşlar gelmiş aklına. Demiş “yolcu yolunda gerek Marco, durmak yok yola devam!” Epey bir dolanmış etrafını kaldığı yerin. Zira ticaret bu bölgede yapılırmış, Acem illerinden, Anatolia’dan kervanlarla gelen mallar, gemilere bu limandan yüklenirmiş ekseriyet. Ancak bir kaç gün sonra farketmiş ki, bitişiğinde de bir han var. İçinde de dükkanlar.. Bu küçük dükkanlarda da küçük esnaflar ve zanaatkârlar var. Esnaflar hep küçük o zamanlar, henüz orta ve büyük boy esnaflık icâd olunmamış daha. Neyse, “buraya da bir bakalım, belki bir yol erbabı bulurum” diyerek girmiş kemerli kapısından hanın avlusuna. Şöyle bir göz gezdirmiş etrafa, alışveriş için gelip giden insanlar, aylaklar, miskinler sekilerde, alçak sandalyelerde oturup, gevezelik ediyorlarmış. Bir köşede küçük bir dükkândan, avludaki bu insanlara sürekli içecek birşeyler dağıtılıyormuş. Dükkanın yakınına gitmiş bakmış meraklı gözlerle içeriye doğru. Bir köşedeki çuvaldan aldıkları yeşil renkli çekirdekleri önce kavurup sonra ortası çukur bir taş içinde ezip toz hale getiriyorlar, sonra su dolu küçük kaplarda köz ateş üstünde pişiriyorlarmış. Hava tanımadığı bu kekremsi, gizemli kokuyla tütsülenmiş adeta o avluda. O da oturmuş bir sekiye etrafındakileri izlemeye başlamış çaktırmadan, belki bir yol erbabına denk gelirim gibisinden. Bakmış hemen yandaki sekide uzun oturan korsan tipli esmer bir denizci var. Tam laf atacakken adam inler, acıklı bir ses tonu ile yanındaki kadına “Celdal.. hazır ayaktayken bir kahve söylesene.. arakının yanına, hadi be Celdal..” demiş. Bizim Marco girişken çocuk hemen fırsattan istifade “efendim, şu küçük kaplarda içilen şey nedir diye merak ediyordum. İstediğiniz şey o mudur yoksa?" diye sormuş. Esmer adam, şöyle bir bakmış yarı uzandığı yerden “yaa nası anlatayım ben sana şimdi.. işte bişeyler, bişeyler... Celdal.. sen anlatsana şunu” diye kadına seslenmiş yeniden. Latif kadın da anlatmış içilen şeyin ne olduğunu detaylarıyla, ismine kahve dendiğini, kırk yıl hatırı olduğunu da belirtmiş. Marco kahvenin hikayesini dinledikten sonra kendisine de okkalı acı bir tane söylemiş, az önce öğrendiği gibi.. Yudumlamış bu yeni tadı, bitirince gülümsemiş kadına telveli dişleriyle teşekkür babında. Kadın su içmesini işaret etmiş kibarca.. “bu mereti de götürmek lazım memlekete, böyle dükkanlar açar satarız, para eder muhakkak. Tanrı euro be Marco dedi bir kere” diye geçirmiş içinden. Ağzı kulaklarda “hakketten zihin açıyormuş bu meret anlatıldığı gibi, bak kafa zehir gibi çalışmaya başladı” diye düşünmüş "evet, evet" demiş yüksek sesle "Eurro be Marco!. Kim tutar seni". İşte o sırada bir melodi dokunur olmuş kulaklarına derinden, derinden. Flüt dese değil.. borazan dese... değil. Korno? Alakası yok... Merak etmiş “nedir bu ses, kimdir bunu çalan?” diye sormuş esmer adama dönüp. “Ney?” demiş esmer adam, sonra “haa! o mu” demiş.. yaa üff yaa, işte bişeyler bişeyler” demiş “en iyisi sen melodiyi takip et, kulağının götürdüğü yere git koçum.. bulursun işte bi şekilde.. yorma beni” diye eklemiş. Marco takip etmiş sesi, ses yukarılardan geliyormuş sanki. Bu hanın üst katının da olduğunu o zaman farketmiş. Merdivenleri bulup çıkmış, koridorları yürümüş sesin peşinden ve nihayetinde de alçak bir kapının önüne gelmiş. Eğilip bakmış kapıdan içeriye. Beş-altı kişi oturmuş gâh müziğe eşlik eder, gâh sohbet eder eyleşip dururmuş. Elinde sesin çıktığını tahmin ettiği delikli kamışı tutan adam, buyur etmiş bu meraklı delikanlıyı içeri, oturması için yer göstermiş. Marco katılınca aralarına merak etmişler buralardan olmadığı hissedilen bu delikanlıya “Kimsin, kimlerdensin?” diye sormuşlar. Polo'ların Marco’yum ben demiş bizimkisi odadakilere ve anlatmış hikâyesini bir çırpıda. Sonrasında ben anlattım kendimi “peki sizler kimsininiz?” diye sormuş. Bir sessizlik olmuş kısasından, akabinde “diyelim ki hiç kimseyiz, varsayalım ki herkesiz” demiş uzun dalgalı saçlı, sol elinde bir kamış kalem ile önündeki parşömene süslü yazılar yazan zat, gülen yüzüyle. Ve eklemiş benim adım Solak Hattat’tır. Ardından diğerlerini de tanıştırmak için diğerlerine doğru dönmüş; bu yanımdaki zatı muhterem Hippi Efendi’dir derken, efendi elinde delikli kamışı tutan kişiye “içtin isliyi, çaldın hisliyi be baroncum” demiş. Solak Hattat devam etmiş kaldığı yerden “o sesine düştüğün enstrümanın da üstadına biz aramızda Baron von Flügel deriz” diye devam etmiş. Karşıda oturup nerden çıktı bu zıpır dercesine ona bakıp, dudak büken kişiyi de Pasha olarak tanıştırmış. Marco biraz çekinmiş müşkülpesent olduğu hissedilen bu adamdan. Laubali olmamaya özen göstermiş. Sıra köşedeki zata geldiğinde Hattat, bu arkadaşımız da Incognitus’tur demiş. “Aa! Siz latin misiniz yoksa?” demiş Marco heyecanla adını duyunca. “tchıck!”  demiş Hippi Efendi yandan, “değil...”

Marco bakmışki bu adamlar yol yordam bilen kişilere benzerler. Bir şeyler öğrenmenin gayretiyle dalmış söze bodoslama; “saygıdeğer beyler müziğin peşine düştüm sizle karşılaştım, lakin beni asıl buraya getiren aslında bir hülyanın peşine düşmüşlüğümdür, bilir misiniz?” Hippi Efendi tek kaşı kaldırmış eee? dercesine. Demiş “yola düştüm, çünkü bir düşün peşindeyim”. Solak Hattat “hmmm.. bak sen” demiş. “Yoldan dönmem de pek mümkün değil artık efendiler, yemin ettim çünkü.” “Allah büyük” demiş Pasha... “Yol ararım, yordam sorarım erbabından” diye sürdürmüş konuşmasını Marco. “Hayırlısı be hafız” demiş Baron da... Herkes bir ecnebiden beklenmeyen haller, tavırlar diye geçiriyormuş içinden, ama du bakalım demeye kalmadan bizim delikanlı sesini biraz daha yükselterek devam etmiş sözlerine “Parlak, çok para kazandıracak bir kumaşın peşine düştüm beyler...” demiş “lakin adı gelmiyor aklıma şimdi, hay allah neydi?.. ama eminim guaranti siz biliyorsunuzdur... Siz yol erbabı kişilere benzersiniz, eğer bir mahsuru yoksa sizlerden ona giden yolu da öğrenmek isterim.. Mihmandar olun, para kazanalım, şan şöhret içinde yaşayalım hep beraber, ne dersiniz?” Mecliste ışıldayan gözlerin feri sönüvermiş bir an için, “anladık demişler” başlarını hafifçe sallayarak. Sonra Solak Hattat konuşmaya başlamış aralarından ve demiş ki: “Yolculuk, yol.. bizi hep heyecanlandırmıştır delikanlı.. biz de yola sevdalıyızdır senin gibi, üstelik oturduğumuz yerden de yolculuk etmeyi severiz... senin yolunu da biliriz elbet.. çok giden olmuştur tanıdıklarımızdan o yola.. yoldur çünkü gidilir... gidene niye gidiyorsun demeyiz, dönene de niye döndün diye sormayız... var git yoluna, yol akla düştümü bir kere, ayaklar duramaz olur yerinde...” Kısa bir sessizlikten sonra sözü Baron almış bu kez; “bizim yolumuz pek akla da düşmemiştir aslına bakarsan be hafız" demiş, "de daha çok gönüle düşmüştür, yanlışmıyım..." Evet dercesine bakmışlar Baron'a diğerleri. "Bu yüzden biz de yolcuyuz senin gibi delikanlı haklısın, yol'a düşkünüz. Ama düştüğümüz yol aynı yol değil”... “Bir düşün peşine düştüm deyince, heyecanlanmıştık be delikanlı...” demiş incognitus köşeden köşeden. “Yola düşmeyi severiz Baron'un dediği gibi, yolda düşmeyi de düşeyazmayı da marifetten sayarız üstüne üslük” demiş... Ne dendiğini anlamaya çalışırken bizimkisi, geniş bir avuç omuzunu kavramış.. Bakmış yanında oturduğu Hippi Efendi'nin elidir omuzundaki; “sadedine gelelim senin delikanlı.. o adını unuttuğun kumaşın adı ipektir” demiş. "Hani sizin “silk” diye bildiğiniz. Merak edip, öğrenmek istediğin yolun adı ise İpek Yoludur. Senin anlayacağın senin gideceğin yol silk’tir delikanlı.. Yolundan alakoymayalım biz seni, gidecek yolun var daha. Silk'tir git o yola! en hayırlısı” Herkes bi duraksamış önce, sonra basmışlar kahkahayı. Marco da pek bir keyiflenmiş yolun adını öğrenince, o da katılmış kahkahalara... Pashaa seslenmiş ordan, “lagalugayı bırakalım da lagavuline bakalım efendiler. Kalmış mı şişede?” “Olmamı hiç” demiş Hippi Efendi şişenin başında.  

Üç latif kadın girmiş içeri o sırada, "keyfiniz daim olsun efendiler" demiş içlerinden biri, belli ki tanışırlarmış bu kişilerle bu kadınlar. Şöyle bir bakmışlar delikanlıya kim bu gibilerinden. Bunu farkeden Marco hemen tanıtmış kendini kibarca. Bir tüccar namzeti olduğundan, para kazanma hevesinden, ipek kervanlarının yolunu öğrenmek için buraya geldiğinden bahsedivermiş. Acır gözlerle bakmış portakal saçlı olan latife “Aman dikkat et delikanlı" demiş "para kazanayım derken, paradigmanı kaybetmeyesin sakın”. “mi scuzi, anlayamadım?” demiş, Marco. “Boşver belki sonra anlarsın” demiş kadın. Akabinde dönmüş odadakilere “biz agorada dolanırken acıktık söğüş yemeğe gideceğiz, ister misiniz diye sormaya gelmiş idik” demiş. Yanındaki uzun kızıl saçlı olan latife, “aa istenmez mi ayol!” diyerek şen bir kahkaha atmış. Siyah saçlı olan diğer latife ise “aslına bakarsanız hangi acıdan istersiniz diye sormaya gelmiştik. Turşu biber mi, ince biber mi, yoksa pul biber mi?” demiş... Pasha söylenircesine; “hepsi aynı anda olamaz diye kanun mu çıkartmış deyyuslar” demiş. İncognitus “mantıklı” diye katılmış, Hattat “yok daha neler, nöbetçiler!” diye bağırmış. Hep bir ağızdan siparişler verilirken Marco kendini memleketinde zannetmiş bir an. İncognitus “benimki peynirli olabilir mi acaba?” diye aradan soracak olmuş, ortam birden sessizleşmiş. Bakmış ki bakışlar keskin diğerlerinde “şakka len şaka” deyip çevirmiş kazı.

Hippi Efendi; “siparişler bittiyse şu yanındaki kitaroya bi uzanıp veriver be Baroncum, aklıma bir iki melodi geldi delikanlı sayesinde, sövüşler gelene kadar tıngırdayalım mı beraber?” demiş...


Marco oradan ayrılırken kafası gerçekten yediği sövüş gibi biraz karışıkmış. Yolu öğrenmiş ama yordamından pek emin değilmiş artık. “Neyse” demiş “elbet bir gün yarın olacak, gerekirse yeniden iyice sorup soruştururum yolu...”