22 Kasım 2011 Salı

FİLATELİNİN BAMTELİ

Dostlardan alınan ilham ile;

Genç Antonio kasabanın tren istasyonuna adımını attığında onu bekleyen maceralardan habersiz, uykulu gözleriyle etrafına bakındı. Mussolini İtalyasının kalkınma hamlelerinden pek nasibini alamamış bu mütevazı kasaba, İtalyanın kuzey doğusunda turizmin kabelerinden sayılan Venediğin 23 km. uzağında yer alıyordu.

1980 yılının Eylül ayında, bu puslu Pazartesi sabahında, başka ülkelerdeki akranlarının başına gelenlerden bihaber; istasyonun hemen yanındaki büfeye kasaba postanesinin yerini sorarken, kulaklarında halâ büyük dayısı Roberto’nun söyledikleri çınlıyordu:
“Bak Antonio, bu zamanda böyle bir işe sahip olmak kolay değil, araya kimleri soktuğumu biliyorsun. İner inmez posta müdürü Bay Geraldinio’yu bul selamlarımı ilet. Senin geleceğinden haberi var. Atik ol, kendini sevdir, önüne gelen bu fırsatı değerlendir. Hadi aslanım benim, beni mahçup etme.”

Bay Geraldinio, Antonio’nun dayısıyla askerlik arkadaşıydı. O dönem iki genç II. Dünya Savaşı'nda, Duçe’nin birliklerine pek gönüllü olmasalar da katılıp, mümkün olduğunca cephe gerisi işleri kovalayarak, muhabereci olmuşlardı. Antonio’nun dayısı Roberto telsizci olurken, Torinolu gösterişli genç Alfonso, bölük komutanının postası olmuştu. Komutanın lojmandaki evine gide gele kızıyla kurduğu samimi ilişki neticesinde, savaş sonrası sivilde komutanın hem damadı olmuş hem de kayınbabası sayesinde Poste di L’Italia’da, müdür yardımcısı kadrosuna atanmıştı. Bir yıl geçmeden askerdeki kankasını da unutmamış onu da telgraf idaresinde teknisyen kadrosundan işe aldırmıştı. Roberto L’aquilla’daki işinden son derece memnundu. Önceleri telgrafın başındayken son 10 yıldır telex makinesinin başına geçmiş meslekte 30 yılı devirmişti. Emeklilik kapıdaydı. Bu nedenle emekli olmadan önce yeğenini de kendisi gibi kadrolu, maaşlı bir işe yerleştirmek kızkardeşinin ondan tek isteğiydi. Hem Antonio’nun özel durumu nedeniyle öyle her işte çalışması pek mümkün görünmüyordu.

Genç Antonio ise 18 yaşın tüm uçarılıklarıyla dolu günlerini doya doya yaşayamadan, babasının eski kravatlarından birini istemeden takmış biçimde, jean mont ve pantolondan oluşmuş üniforması ile postanenin yolunu tutmuştu. Bütün yazını L’ivorno’da bir barda garson olarak geçiren Antonio, güneşten sararmış saçları, yanık teniyle bu mütevazı sahil kasabasının sokaklarında pek göze batmadan yürümekteydi. Aklında hali hazırda yazın yaşadığı türlü maceraların tortusu, dilinde dün geceki veda partisininde içilen şarapların pası, dudaklarında tatlı Melita’nın tadı. “Offf ne işim var benim burda yaa?” dercesine ekşitti yüzünü. Bay Geraldinio heralde şu köşedeki bistroda bir cappucino ve kuruvasan kahvaltısı edecek kadar bir süre gecikmesine daha ilk günden ses çıkarmazdı, diye düşündü. Ve siparişi masaya gelirken o da yandaki gazetelikten rasgele seçtiği gazetenin ilk sayfasına boş boş bakmaya başlamıştı bile. Nedense görmeye alışık olmadığı üniformalı bir adamın fotoğrafıyla sunulan haberin ilk kelimelerini okudu kendiliğinden. Türkiye’de Cunta Yönetime El Koydu... İlan edilen sokağa çıkma yasağıyla birlikte ülkede gözaltıların sayısı şimdiden binlerle ifade ediliyor... Türkiye hakkında bilgisi yazın kumsalda ateş başında içilen bir iki sigaradan fazla değildi. Gerçi tanıştığı bir kaç gezgin İstanbul’un etkileyiciliğinden bahsetmiş ancak (geçen yıl bir filmde izlediklerinden dolayı) maceralarını orada yaşayarak, gümrükten sadece anılarıyla geçtiklerini de ilave etmişlerdi.

Off ne güzel bir yazdı, ne işi vardı burada. Kadroymuş, maaşlı işmiş, sigortaymış. Şeytan dön diyordu istasyona, bin bir sonraki trene akşama Melita’yla kaldığın yerden devam et hayata. Kendi kendine söyleşirken annesinin sesi araya giriverdi; “Antonio, baban gibi mi olmak istiyorsun, şair ruhlu fayans ustası. İnşaatlarda taşeronun insafına kalmış bir gelecek seni bekliyor, durma sen de babanın yolundan git o halde. Dayın bu işi ayarlarken bin dereden su getirdi zaten, beni askerlik arkadaşıma mahçup etmeyecekse araya girerim diye şart koştu biliyosun.” İtalyancanın kıvrak sesleri birer kırbaç gibi kulağında şaklayarak, bir çırpıda dökülüvermişti annesinin ağzından vagon kapısının eşiğinde. Antonio bu şoku atlatıp kendine geldiğinde, trenin açık penceresinden el sallarken, tamam anne derken bulmuştu kendini ...Meclis kapatıldı, siyasi parti liderleri de tek tek göz altına alınıyor... Güvenlik Konseyi adına halka seslenen general, “12 Eylül 1980 tarihinde, Türk Silahlı Kuvvetleri, -Emir ve komuta zinciri içinde ülke yönetimine el koydu.”... Emir, komuta, zincir... bu kelimeler içinde bulunduğu duruma tıpatıp uyar gibiydi. Soğumuş cappucinodan aldığı son yudumla Bay Geraldinio’nun onu beklediği gerçekliğinin tadı neredeyse aynıydı. İstemeyerek kalktı masadan ve elindeki tarife göre yürümeye başladı.

Postane binası, denize bağlı sokaklardan birinin sonundaki köşede kasaba meydanına bakıyordu, meydandaki diğer kamu binaları gibi. Her sabah meydanda kurulan pazar öğlene toplanır, o saatten sonra da siesta mesaisine uygun en az iki saatlik öğle tatili başlardı. Antonio her sabah saat 8:30 gibi postayı alacak ve adreslere dağıtacaktı. Kendinden önce meslekte 35 yılını doldurmuş emektar posta memuru Rossi emekli ikramiyesini kim bilir hangi Bahama adasında yiyiyordu bilinmez, bilinen tek şey Antonio’nun zaten çok büyük olmayan kasabayı yarından itibaren arşınlayacak olmasıydı. Şimdiden geçen haftadan biriken bir çanta dolusu mektup onu bekliyordu.

Bay Geraldinio genç Antonio’yu karşısına almış baba edasıyla, tatlı sert bir çırpıda aktarıvermişti görevlerini. Birkaç gün onu evlerinde misafir edebileceğini, yarın dolaşırken bir taraftan da kendine uygun bir ev ya da pansiyon bakmasının iyi olacağını da araya sıkıştırıvermişti. Üniformasını Bayan Geraldinio onun için hazır etmişti bile, evde denerdi, olmadı bir iki müdahaleyle tam üstüne göre yapılıverirdi, merak etmesindi. Üniforma, emir, komuta tanrım ne işi vardı burada... Melita, L’ivorno...

Bütün yaz barda, İtalyan Komünist Partisi üyesi Giulliani ile yaptığı sohbetlerde (çoğu zaman anlamasa da), ne diyordu; kent nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan işçi sınıfı, kentsoylular kadar olmasa da orta sınıfın omurgası olarak, oluşan yeni dünya düzeninde sosyal hakları verilmiş, çalışma saatleri azaltılmış, sendikalı ve toplu sözleşmeli olarak çalışma hayatlarındaki tüm haklarını almalıydılar. Böyle mi diyordu, söylediklerinin tamamını kelimesi kelimesine aklında tutmuş olabilir miydi? Ehh tam hatırlamıyordu ama ayrıca çalışma saatlerinin azaltılması, yaz tatillerinin okullardaki gibi olmasa da iki aya çıkarılması fena mı olurdu? Omuzuna inen “hadi bakalım eli" ile Antonio koltukta sıçradı. “Hadi gidip bişeyler yiyelim, yengen(??) seninle geleceğimi tahmin edip Venedik usulü lazanyayı çoktan fırına atmıştır” dedi Alfonso Geraldinio, sigara içmekten örselenmiş ses tonuyla. Birlikte sokağa çıkarlarken, 40‘larındaki posta kabul memuresi bayan Enrichetta’ya göz kırptı Alfonso Geraldinio, sen de 12 gibi çıkabilirsin hayatım.

Verona Enrichetta 42‘isini önümüzdeki Ekim ayında kutlayacaktı ama parti 39 yaş partisi olarak etrafta dillendiriliyordu. Gerçi minyon tipinden dolayı yaşını göstermiyordu ama yine de 40 yaş barajını aştığını cesurca etrafta dillendirecek özgüvene de sahip değildi. Verona Enrichetta dün akşam komşusu Gavriella’yla bir şişe rose şarabı yuvarlarken 18 yaşındaki bu gençle birlikte çalışmayı, her sabah yarı sarhoş işe gelen osuruklu Rossi’ye bin kez tercih edeceğini itiraf etmişti.


                         ----- O -----

Kasabadaki evlerin çoğu geçen yüzyıldan -hatta bazıları daha da önceden- kalma bakımlı sayılmayan evlerdi. Çoğu numaralandırılmış olmasına rağmen bazılarının numaraları ya düşmüş ya da hiç konulmamıştı. Antonio, bay Geraldinio ile eve doğru yürürken bir taraftan sokak isimlerine, evlere ve diğer mimari ayrıntılara bakıyordu. Ne kadar çabuk kavrarsa o kadar rahat eder diye düşünüyordu.

Ertesi gün işe başlarken çantanın bu kadar ağır olacağını hiç düşünmediğini farketti. Her allahın günü prangaya bağlı gülle gibi bunu yanında taşımanın bir manası yoktu. Hemen bir bisiklet edinmenin akıllıca olacağına karar verdi. Önce şu lanet birikmiş postayı dağıtsındı, Bay Geraldinio bu konuda ona yardımcı olurdu. Ha bir de ev bulması lazımdı. Üff bu üniforma şimdiden canını sıkmaya başlamıştı, üstüne üstlük bez converse'e alışmış ayak tabanları bu yeni ayakkabılardan da hoşlanmamıştı.

Saat 11’e doğru postanın daha yarısının adreslerine teslim edememişken bir mola verdi dünkü bistroda. Bu kez duble bir espresso belki biraz daha yardımcı olurdu kendisine. Yine elini yandaki gazeteliğe uzattı ve günün gazetesini aldı önüne. ...Tıkalı tünelde kalan otomobilde uyuyan çocuk,zehirli gazdan öldü Napoli, AP. Yoğun trafik nedeniyle uzun bir tünelin ortasında kalan bir otomobilin, arka koltuğunda uyumakta olan 2 yaşında bir çocuk karbonmonoksitten zehirlenerek hastaneye kaldırıldı. Yapılan bütün müdahalelere rağmen çocuk maalesef kurtarılamadı... İran, ABD'ye özür diletme girişiminden vazgeçti Humeyni, Rehineleri bırakmak için dört koşul ileri sürdü. Dış Haberler Servisi RAN'ın bildirdiğine göre; Dini Lider Ayetullah Humeyni'nin önceki gün, bir yıla yakın süredir ilk....Washington'dan resmî açıklama yapıldı. Amerika ve Almanya Türkiye'ye ekonomik yardımı sürdürecek. Türkiye'deki durum dünyada temkinli bir iyimserlik ve olumlu bir anlayışla karşılandı. İngiltere'deki yetkililer... Esspresso biraz kendine getirmişti Antonio’yu. “Durmak yok yola devam Antonio” diye gaza getirdi kendini, sonra “sanki bana madalya verecekler monaco” diye bişeyler çıktı ağzından. Bu da nerden aklına gelmişti şimdi. Birden hatırladı yazın tanıştığı gezginlerden biri Türkiye’de öğrendiği “monacoyum” diye bir kelimeyi iki lafın arasına sıkıştırıp, sonra da kahkaha atıyordu. Espresso(nun etkisi olacak heralde diye düşündü.

Günler daha şimdiden yeknesak bir hal almışken Verona’nın doğum günü partisi imdata yetişti. Çalışmaya başladığı günün ertesinde küçük güzel bir ev bulmuş, Bay Geraldinio’nun evinde kısa bir süre de olsa yaşamak sıkıntısından kurtulmuştu. Her ne kadar bayan Geraldinio’nun yemekleri şölen sofrası ölçüsünde olsa da, kendi evinde özgürce yaşamaya tercih edilecek kadar olamazdı. Hem ne zaman canı lazanya çekerse gelip çekinmeden söyleyebileceğini defalarca belirtmişti Bayan Geraldinio.

Doğumgünü partisinin olduğu gece tanıştığı akranı Gianni onun sonraki yıllarda can dostu olacaktı. O yıl Academia di Bella Arti Roma'nın yetenek sınavlarına giren Gianni, resim bölümünü ve grafik sanatlar bölümünü aynı anda kazanmış, tercihini grafikten yana kullanmıştı. Okula kaydını yaptırıp, bir öğrenci evine kapağı attıktan sonra sırf komşuları Verona ablasını kırmamak adına hafta sonu bu doğumgünü partisine gelmişti. Aslında bu parti biraz da Verona ve Gianni'nin annesi Gavriella tarafından Gianni’ye veda partisi gibi planlanmıştı. Şerefe kaldırılan kadehlerin ardından kahkahalar, espriler iki gencin kafalarının birbirine uyduğunun kanıtıydı adeta. O akşam yazın sıcak anıları paylaşılırken, Gianni’nin Roma’ya gidecek olması Antonio’nun canını sıkıyordu. Tam kafa dengi birini bulup bu küçük kasabada eğlenebileceği ihtimali doğmuşken, yalnız günlerin devam edeceği düşüncesi bu keyifli anlara ara ara gölge düşürüyordu. Verona ve Gavriella partiye katılan konuklara evsahibeleri olarak ilgide kusur etmezlerken, Antonio Gianni’ye Melita’yla geçen müthiş yazı çok da ayrıntısına girmeden, biraz da hava atarcasına anlatıyordu. Bu samimi sohbetin kurduğu köprüden bu kez, Gianni’nin yaşadığı müthiş yaz macerasının kelimeleri uygun adım yürümeye başladı. Paylaşılan sırlar, Antonio’nun gözlerini fal taşı gibi açarak Verona’ya bakmasıyla nerdeyse açık ediliyordu ki, Gianni hızlı bir el haretiyle Antonio’nun bakışlarının odak noktasını yine kendine yöneltti. “Şşşş” dercesine yarım göz kırptı. Bu mimikle adeta kendi macerasının Antonio’nunkinden daha sıra dışı olduğunu vurgular gibiydi. O gecenin geç saatlerin parti dağıldıktan sonra Veronaya verdiği doğum günü hediyesi, Verona’nın da ona verdiği veda hediyesi başka bir koyu sohbetin ana teması olacaktı.

Gianni ertesi gün Roma’ya giden trene binerken arkasında üç hüzünlü yürek bırakmıştı, annesi, Verona ve Antonio. Sömestr, paskalya, noel ve yaz tatilleri ilk yıllarda bu iki dostun bir araya geldiği, Gianni’nin Roma anılarını heyecanla dillendirdiği, Antonio’nunsa birbirinin aynı sayılan günlerine sıkışan sıradan hikayelerle bunlarla aşık atmaya çalıştığı hakkaniyetsiz bir düelloya benzetilebilirdi. Ama iki genç adam arasındaki bu rekabet söz kadınlardan uzaklaşıp sanat ve politikaya yöneldiğinde, derinleştikçe derinleşiyordu. Antonio yalnız gecelerini yumuşak bir ten ile avutmadığında ya yeni satın aldığı gitarıyla sevişiyor, ya da Guilliani’den duyduğu bazı isimlerin kitaplarında uzun bir okuma yolculuğuna çıkıyordu. Gündüzleri Posta di L’Italia’nın mümtaz posta dağıtım memuru kimliğini de artık eskisi gibi takmıyordu kafasına. Aylığının yarısını her ay düzenli olarak annesine göndermesine rağmen eline kalan para, onun bütün ihtiyaçlarına yetiyordu. Bu küçük kasaba onun daha da kendine dönmesine yol açarken, çeşitli hobiler edinmesine de neden olmuştu. Edindiği Lupitel marka ikinci el bir kamera ile siyah beyaz fotoğraflar çekip, evde kurduğu küçük karanlık odada onları banyo ediyor ve kartlara basıyordu. Gianni’nin her gelişinde daldıkları yoğun sanat sohbetlerinde, Gianni ona denge, renk, oran, kompozisyon gibi kavramlardan bahsetmiş o da bunları dikkate alarak fotoğraflar çekmeye çalışmıştı. Sadece renk konusu onu heyecanlandırmıyordu, daha çok siyah beyaz çalışmaktan hoşlanıyordu. Renge ne gerek vardı, önemli olan andaki gerçeklik, ışık, denge, kontrast değil miydi? En çok bu konuda anlaşmazlık yaşıyorlardı Gianni’yle. Gianni bu söylediklerinin önemli olduğunu ancak rengi yadsıyamayacağı konusundaki görüşünden geri adım atmıyordu. Benzer günler birbirini takip ettikçe yeni uğraşlar ediniyordu Antonio. Bu kez de alıcısı belli olmayan mektupların, sıra dışı pullara sahip olanlarını ayrı bir yerde toplamaya başlamıştı. Posta dağıtım yönetmeliği gereğince 15 yıl boyunca uygun koşullarda bu mektupların saklanması gerekiyordu. O da bunu yapıyordu aslında, ama evinde bir köşede.

                         ----- O -----

Yıllar da günler gibi birbiri ardına devriliyordu. Gianni mezun olmuş epeydir Roma’da bir reklam ajansında çalışmaya başlamıştı. Eskisi gibi her tatilde olmasa da Noelde ve Paskalya tatillerinde gelmeyi adet edinip, yaz aylarında da çoğu zaman bir kaç haftasonunu kasabaya gelerek geçirmeyi ihmal etmiyordu. Uzun, sıcak, bol alkollü bir haftasonu, gecelerden birinde sohbet taze belediye meclisi üyesi Pierro’nun da masada olduğu sırada kasabanın ne uzayıp ne de kısalan ‘makus tarihine’ gelip dayandı. Bir anda Gianni, “Arkadaş!” dedi “Bu Venedik denilen lağım üstü şehir yanıbaşımızdayken ne turist gelir bu kasabaya, ne de bi bok olur. Tamam bir İtalyan rivierası sayılmasak da Venediğin bok kokulu kanallarına bin basar şu güzelim deniz, ama kıymet bilen yok, varsa yoksa Venedik cazzo!.” “E olum reklam dünyasında çalışan sensin, yapsana bi kampanya güzelinden, tanıtsana kasabanı figa” deyiverdi Pierro. Alkolle iyice gaza gelen Gianni “tamam len(??) yapmayan Gianniyi çizsinler.” dedi.

Antonio o akşam nüveleri atılan bu olayın, dostluklarında bir kilometre taşı olacağını tahmin etmemişti. Nasıl tahmin etsindi? Yaz aylarının seyrekleştirdiği iş temposunun da etkisiyle aradan bir ay geçmemişti ki, Gianni koltuğunun altında bir portfolio içinde kasabanın makus talihini ve de tarihini değiştirecek kampanya ile Pierro’nun ofisinden içeri girdi. Genişçe bir sırıtmayla “bak bakalım fica” dedi, olmuş mu? Pierro dosyayı açtı ve gözleri ışıldadı. “Somewhere, over the Rainbow” sloganı, her evin ayrı renge boyandığı kasabanın denizden çekilmiş panoramik fotoğrafının üstünden ona gülümsüyordu. “Olum müthiş bi fikir lan bu! Yırttık galiba bu sefer” diyerek sarıldı Gianni’ye. “Hemen başkanın yanına çıkalım, o da bu fikri çok beğenecek. Kasabanın bütün evlerini bu fotoğraftaki gibi boyayalım. Bakalım Venedik’e giden yolcu gemileri, tur programına alıyolar mı almıyolar mı bu kasabayı?” “Sakin ol len, coşma hemen” dedi Gianni, "du bakalım, Il dio è grande” (allah büyük).

Öğle yemeğinde başkanla bir araya geldiler, Pierro projeden çok emin yemeğin sonuna sakladı sürprizini. Tiramisu yanına gelen espressolardan ilk yudumlar alınırken dosya da masanın üstündeki yerini almıştı. Pierro “başkanım” dedi “işte kasabamızın kötü kaderini değiştirecek önerimiz burada. Artık Venedik’in gölgesinde bir kasaba olmaktansa kendi turistik devrimimizi yapıp, özerkliğimizi ilan ediyoruz tüm dünyaya.” Başkan şöyle bir baktı önündeki postere, “hmm” dedi “hiç fena görünmüyor, görünmüyor da... bu kadar evin boyasının parasını nerden bulacaksınız” deyiverdi. O anda Pierro’nun kendinden emin yüz ifadesi buz kesti. Gianni cebindeki B planını o dakika koydu masaya. “Başkanım merak etmeyin çalıştığım ajansın müşteri portföyünde bu projeye seve seve spansır olacak bir firma var. Hatta halkla ilişkiler müdüresi Melita çok yakın arkadaşım, bir akşam bu projeden ona söz ettim. Patronunun böyle bir reklam fırsatına sıcak bakabileceğini söyledi. Eğer siz kampanyayı onaylarsanız, bu konuda bir araya gelmek için kendilerini burada bir haftasonu ağırlamayı sağlayabilirim, tabi dilerseniz” diye ilave etti. “E o zaman niye yapmayalım bu işi” dedi başkan. Pierro bir saniye içinde önceden soğutulmak üzere ayırtılan şampanyayı, masaya getirmesi için garsona işareti çaktı.

Akşam Giovanni’nin restoranında kurulan masadaki balığa bu kez Türkiye’den geldiği söylenen, tadı Yunan uzosuna benzeyen ama daha sertçe bir içki olan rakı, namı diğer aslan sütü eşlik ediyordu. Kafalar güzelleştikçe Pierro “yıllardır mındar etmişiz balığı şarapla, birayla mnakoim” deyiverdi. Bu da ağzıyla içmeyi beceremedi bi türlü diye geçirdi içinden Antonio. “Ee” dedi “bu mu şimdi” dedi “müthiş kampanya... evleri renk renk boyadık... Venedik’in gölgesinde farkedilir olduk... ooldu gözlerim doldu...” “Sen inanma olum” dedi Pierro, “zafer biz inananların olacak” “Sektörelli len" dedi Antonio, "zafermiş, inananlarmış.” Gianni “beyler, ağzımızın tadıyla muhabbet edemicek miyiz, n’oluyo size?” dedi.

Antonio gördüğünden beri kampanyaya mesafeli yaklaşmış, beğendiği yönünde neredeyse hiç bir yorumda bulunmamıştı. Gianni’nin de dikkatinden kaçmamıştı bu durum. “Dostum ne ayak?” diye soracak oldu, Antonio lafı değiştiriverdi. “Burjuva kültürünün tüketime dayalı sığ turizm anlayışıyla bu kasaba gelişecekse, gelişmesin arkadaş” dedi. “Bırak bu komünist ağızları, bak doğu bloku bile çöktü artık, dünya değişiyor yoldaş” dedi Pierro alkolden yalpalayan diline hakim olmaya çalışarak. “Artık dünya küresel bir köy, liberalizm yükselen değer”; “Yemiyim liberalizmini” der gibi baktı Antonio, su katınca beyazlaşan bu tadı garip ama kafası güzel içkiden bir yudum daha aldı. Oldum olası içi almazdı Pierro’nun liberalizm, fırsat, yatırım muhabbetlerini. Bu kampanyayla gün doğmuştu puşta, çenesi durmazdı artık. Allah bilir bi sonraki yerel seçimlerde başkanlığa aday bile olmaya kalkardı. Gecenin sonunda iyice yamulan Pierro’yu kapıda bekleyen karısına teslim ettikten sonra, Antonio’nun evine bira cilası eşliğinde sohbete yollandı iki dost. Gianni “olum beğenmedin mi kampanyayı, hiç bir şey söylemeyecek misin hakkında” diye sordu Gianni ısrarla. “Beğendim" dedi, "beğendim eline sağlık süper fikir, ama bana faydası yok.” “Niye olum?” dedi Gianni, kasabaya gelecek dilberler de mi ilgini çekmiyor artık. Senin gibi kapıyı iki kere çalan kaç postacı var şu topraklarda, ehi.. ehi..” Antonio da eşlik etti buruk bi sırıtmayla bu espriye. “Olum, neyin var söylesene, bi durum var sende?” “Var figa var” dedi Antonio “var!”... Ağzından bir demirci örsü gibi bıraktı ortaya yıllardır içinde tuttuğu sırrını “Ben bir köpek gibi görüyorum dünyayı!” Nasıl sorusu altyazıya ihtiyaç göstermeksizin gözlerinde okundu Gianni’nin. “Ne demek len bu?” dedi. “Olum renk körüyüm ben” dedi “o sizin için türlü anlamlar ifade eden renklerinizin dünyası, benim için gri tonlardan oluşan uzakta bir evren!” “Ne olmuş” dedi Gianni, “kendini acınacak biri olarak mı görüyorsun yoksa? Daha neler... Benim de müzik kulağım bir zebranınki kadar, ben trip yapıyo muyum fica!” “Aynı şey mi?” dedi Antonio, “aynı şey” dedi Gianni “dert edersen eğer, aynı şey” “Ayrıca, sendeki fotoğrafçı gözü, fotoğrafçıyım diye dolaşan çoğu lavukta yok. Sergi açcaz senin fotoğraflardan Roma’da, görcekler o zaman postacıyı, kapıyı kaç kere çalıyo... Hadi kap gitarı da Melancoli Man’i çal bana hüzünlü köpek, özledim o güzel sesini ne zamandır” dedi Gianni birer bira daha almaya kalkarken. O gece bambaşka yer etti ikisinin de hafızalarında.

Aradan yıllar geçti, meslekte 30 yılı deviren Antonio emeklilik dilekçesini verdikten bir ay sonra, emekli ikramiyesinin banka hesabına yattığının ertesi günü, bir yolcu gemisinin güvertesinde Bahamalara doğru yola çıktı. Yeni aldığı iPod’una yüklediği bilmem kaç gigabaytlık müziklerin arasında Noir Desire’in popüler parçası, “le vent nous portera” (rüzgar bizi taşıyacak) kulaklığında çalarken, yıllardır biriktirdiği alıcısını bulamayan mektuplardan oluşan zarflı pul koleksiyonunu, geminin kıç güvertesinden teker teker rüzgara bırakıyordu.

Antonio’nun söz verdiği sergiyi henüz açamamış olsa da, sonradan aldığı dijital makineyle çektiği kasabanın renkli fotoğraflarından oluşan bir videoyu bu parça eşliğinde youtube’da paylaşmış ve dünya turuna çıkmıştı. Videonun 13‘üncü saniyesinde görüntülenen sarı lacivert boyanmış, ama kapısı kırmızı bar, yıllardır haftasonları çaldığı bardı. Kapının üstündeki bisikletin hangi bisiklet olduğunu artık siz tahmin edin. Döndüğünde oraya ortak olup müzik yapmaya devam etmenin hayaliyle o da ‘o gemideydi’ artık.

Aşağıdaki adresi kopyalayıp browser'ızın adres penceresine yapıştırınız:
http://www.youtube.com/watch?v=9ol6VkMoFvY&feature=share

4 Ekim 2011 Salı

AZALARIN SON AKŞAM YEMEĞİ

Masadaki suskunluğun müsbet mi, yoksa menfi mi olduğu sarih bir şekilde anlam bulamadı.

O akşam, “bir masa etrafında toplanalım ve geleceğimiz hakkındaki ortak endişelerimize bir cevap arayalım” toplantısı için gidilen meyhanede; garsonun avucunun içine ustaca yerleştirdiği adisyona siparişleri yazarken, “kanlı mı olacak, kansız mı?” sorusuyla irkilen Solak Hattat, “anlayamadım diye soran gözlerle garsona baktı.

Duruma, “Bifteğiniz efendim.. nasıl pişirteyim.” diyerek açıklama getirdi garson, sorgu dolu bakışların karşısında.

Solak Hattat; “rica ederim her ne kadar yakın çevremde ‘efendi‘ sıfatıyla tanınmış olsam da, bu -efendimli- hitaplardan haz etmem arkadaşım” diyerek ince bir dokundurma ile konuyu değiştirdi.

-Ha bu arada benimki iyi pişsin ve lütfen köfte şekline getiriniz diyerek noktayı koydu.


Saat 8 sularıydı, rakıların suları ise henüz bardaklara konuyordu. Anlaşılan, aç midelerin telaşlı konuşmaları hakimdi henüz masaya. “patlıcan ezme alıyorum paşam, fava da fena görünmüyor ne dersin” gibisinden lakırtılardı bunlar. Buzların etraflıca serinlettiği bardakların, soğuk terlerini dökmesine ramak kala, ve dahi masaya ekistra istenen zeytinyağı ile terbiye edilen mezelerin çatallarla ilk temasının hemen akabinde, “e hadi camiye mi geldik” sorusuna gelen cevap, camın cama temasıyla sese büründü.


Yudumlar arasındaki sohbetler, tam Baron ve Hippi Efendi sayesinde eski direklerarası gecelerini aratmayacak niteliğe bürünmüştü ki, müşkülpesentizm nazariyesinin gaddar mimarı Melih Fuat Paşa; “hafızlar geyik güzel amma” diyecek oldu. Lakin aç karınla acele içilen rakının etkisiyle olacak, vejeteryenlik hudutlarında yaşadığı ‘border line’ kişilik özellikleri gösteren (ki zaman zaman iştahla götürdüğü söğüş, kokoreç ve de her türlü deniz mahsülüne olan düşkünlüğü ona bu tanımlamayı yapmamızı haklı kılacaktır) incognitus, sazan gibi lafa atladı: “bi de geyik mi söylediniz?!! yok daha neler!..” İncognitus'un Bu çıkışına karşılık haliyle masada üç noktalık kısa bir sessizlik hüküm sürdü. Kendine yönelen anlamsız bakışlardan kaçmak için rakısından sırıtarak bir yudum alan incognitusun, bu hınzır gülüşü ile şaka mı yaptığı yoksa ciddi mi olduğu durumu, zihinlerde noktası toraman bir soru işareti olarak imgelendi.


Paşa dikkati yine konuya çekmek için konuşmasını sürdürdü: “Öle mi Hippi Efendi... efendiler? Ne olacak bu tekkenin hali? Okunanın, bakılanın yerine yenisi konmaz oldu. Yazı getirin dedik, yanlış anlaşıldı, şortlar çekildi, çoraplar atıldı... Rica ediyorum efendiler, bir tekkenin kolay ayakta kalmadığı hepimizce malum. Bloque kiraları aldı başını gitti. Diğer taraftan, stopajı, sigortası, yendisi, içildisi... Hayır helali hoş olsun sözümüz yok. Ama kıymetli lakırtılar, kahkahalarla berheva oluyor, fezaya ulaşıyor. Oysa bunların virtüel alemde yer almasında bir iki parmak oynatmaktan öteye ne beis var. Rica edicem efendiler.” dedi. Bu sözler masada hafiften ısınmaya başlayan rakıların, tekrar damaklara ferahlık verecek serinliğe ulaşmasına sebebiyet verdi. Bunu farkeden Baron, “e hadi church’e mi geldik” diyerek neşeli bir soru cümlesi attı merkeze doğru.


Solak Hattat, fırsattan istifade “ben özeleştirimi veririm arkadaş” diyerek atıldı, masaya tekrar konan bardakların iki adedinin terinin örtüye yayılmaya yüz tuttuğu ilk saniyelerde. “Tamam elimde yarım bir projem var, tamam bir iki düzeltmeye ihtiyacı var diyerekten sürekli erteliyorum, haklısınız... Ama Hippi Efendi’nin bu suskunluğu bana mazaret yaratıyor efendim” diyerek topu derinlemesine Hippi Efendiye doğru tevcih etti. Hippi Efendi’nin bu derinlemesine atılan topu, ayağının altında istop etmesi ve bekletmesinden doğan sessizlik, masada bulunanlardan bazıları tarafından “no comment”, bazıları tarafından ise “fırtına öncesi sessizlik” olarak yorumlandı.


Bir düzine mezeye ve mevsim meyvelerine geçici mesken olan Frigidaire marka vitrinli buzdolabının üstüne yerleştirilmiş olan gramafondaki taş plaktan yayılan 'musahhih ezgiye' kulak veren Baron, sanırsam bu eser kürdil-i hicazkar geçilmiş üstat ne dersin diyerek Hippi Efendiye laf attı. Zihni hala atılan derinlemesine topta olacak ki, Hippi Efendi bu soruya "haklısın üstat, kürd dili ile ilgili mes'ele, bab-ı ali'deki muharrirler arasında bir hayli ihtilaf yaratıyor, " diye cevap verdi.


Bu sırada tarihi bir olaya tanıklık ettiğini anlayan incognitus’un, bir vakanüvis kıvraklığı ile peçeteye 'fıtı fıtı' diye bazı küçük notlar yazdığı, diğerlerinin nazarı dikkatini celb ediyordu.


O sırada yan masada hapşuran bir zata, “padişahım çok yaşa!” diye ünlenmesi, azalarda tebdil-i kıyafet dolaşan Abdülhamit ve hafiyeleri’nin oralarda olabileceği şüphesini yarattı. Oysa henüz zeman makinesi Solak Hattat tarafından icad edilmemiş ve seksen öncesine dönülmemişti...


... tu bi continyüd... dı gad is greyd...

1 Temmuz 2011 Cuma

Bir nefes, hayat.

Bu kez mizahın ciddiyetinden uzak olarak:


Yaşam denilen şey gündelik hay huyun içinde akıp giden zaman, bizim hayat dediğimiz... Oysa aynı zamanda şu köy evlerinde insanın ferah feza nefes alması için düşünülmüş yer vardır, hayat derler ona da. Hani uzun bir günün sonunda, her hangi bir sebepten bunaldığı bir anda, belki işlenirken bir şeyle, ya da hiç bir şey düşünmeden sadece nefes aldığı yerin adı olan. Kelimeyi bu anlamıyla ilk duyduğumda biraz garipsemiştim, sonra anlamı demlenince zihnimde pek bir sevmiştim, yakıştırmıştım. Genel kullanımda hayat, bizim de çoğu kez farkında olmadan, sürgit yaşadığımız olana verdiğimiz ad diğer taraftan. Zihnimizde böyle yer etmiş. Bu durum bana sanki hayatın içinde de aldığımız nefesi farketmeden, giderek tıknefes halde koşuşturup, ölüme doğru gidiyor oluşumuzu hatırlattı.


Bu hatırlama, hayata dair olanı yeniden, bir kez daha gözden geçirmeme sebep. Aslına bakarsanız, ülke dediğimiz bu sınırlandırılmış topraklarda, onun ötesindeki diğer sınırlandırılmış topraklarda, yekününde yeryüzündeki çoğu yerde yaşanagelenlere tanık olmak. Bu olan bitenlerin talihsiz tanığı olmak... İçim daraldı, nefes alasım geldi. Belki hayatın üstüne düşünürken, ‘hayat’ı hatırlamama sebep olan bu.


Kültürümüzde, bir olaya tanık olunduğunda “aman karışmayalım, şahit yazarlar neme lazım” derler. Görmezden gelmeye alıştırmıştır insanımız kendini olana bitene. Oldum olası muktedirin zulmünden çekinir. Tarihi boyunca bu topraklarda görünür oldukça, olmak istedikçe kafası ezilmiştir çünkü. Kendini oyalar hayat gailesi ile, günü kurtarır, işini bilir. Fazla beklentisi yoktur, ama yan cebini de boş bırakmaz. İnsanın hamurudur bu, suçlamamak gerek aslında. Herkes hayattan beklentisi doğrultusunda, ya da hayatın kendine sundukları ile yaşayıp gider bu ömrü.


Bu ülkede her gün onbinlerin, yüzbinlerin hadi miktarın ne önemi var insanların, varoluşlarına dair ciddi sorunları olduğunu görüyorum. Kendileri olarak görünür olmak istiyorlar, var sayılmak istiyorlar. Muktedir ise kıyasıya yok sayıyor, görünür olmamaya zorluyor insanları. Bunu yaparken tam bir muktedir gibi davranıyor. Elinden geleni ardına bırakmadan, ama ardında kanıt bırakarak yapıyor. Ulu orta yapıyor, açık açık yapıyor, bilinenin tersine gözün görüp gönülün katlanacağını gösteriyor. Göz görüyor, başını çeviriyor, kapısını kapatıyor, perdesini çekiyor. Şahit yazmasınlar yeterki. Muktedirden yana olduğu sürece garantide hissediyor kendini, geleceğini. Ne yanılgı...


Ortalık toz duman, ortalık gaz duman. “Elinde bir çekiç varsa bütün sorunlar çivi gibi görünür” sözü, elinde gaz olan muktedirin insanları nasıl gördüğü konusunda beni oldukça düşündürüyor. Hayır niyetim söz oyunları ile ironi yapmak değil. Beni düşündüren, insana uygulanan bu şiddetin, böceklere karşı insan bilinçaltında yer eden o iğrenme ve korkma karışımı davranışla benzerlik gösteriyor olması. Daha doğrusu, bir grup insanın, diğer insanları insan vasfından soyutlayarak acımasızca sindirmeye, yok etmeye çalışması. Bunun dışında kalanların da bunu normalleştirme çabası. “Ama onlar da...” diyerek. Onlar kim? Sayısı on’larla ifade edilenler mi? Azınlık mı? Bu mudur bilinçaltı kodlarımız? Ne yazık...


Hiç gaz ‘yemedim’. Ama insanlar gazdan boğuldukça, şahitlikler dillendikçe, empati duygum benim de boğuluyor gibi hissetmeme neden oluyor. Kuru, acı tozun ciğerlerime dolup, bedenimi nefessiz bırakırken, nasıl can havliyle hareket ettiğimi hayal ediyorum. İnsan kendi canının derdine düştümü, ne diğeri kalır, ne toplum, ne ana, ne kardaş. Belki bir tek evladını korur insan böyle bir kıyametin ortasında. Bunun insan psikolojisinde yaratacağı etkiyi çok iyi biliyordur muktedirler. O yüzden hayasızca kullanıyorlar ellerindeki silahı, görünür olanı dağıtmak için. Ne acı..


Toplum mühendisleri, mühendisçe yaklaşıyorlar insana. Sistem kendi işleyişini aksatacak hiç bir şeye izin vermiyor. Hayalimde canlanan; grift çarklardan oluşan, tıkır tıkır çalışan, insanın yanında önemini yitirdiği devasa makina. Bir çok filmde metaforik anlatımlarla karşımıza çıkan o dev makina. Diğer yandan dişlilerin arasına atılan tahta bir terlik. Çarkların arasına sıkışıp çalışmasını engelleyen. Hani şu ‘sabo’ denilen. Dildeki ‘sabotaj‘ kavramının nesnesi. Zihnimizde olumsuz, korkunç, tehlikeli olan bir kavram sabotaj. Düzen içinde işleyeni engelleyen, işlemez hale getiren. Her daim belki de muktediri tedirgin eden. Bu günlerde empati duygusu bir sabo haline dönüşür mü diye soruyorum kendime, umut ediyorum. Bir sabo bırakılabilecek mi, dişlilerin arasına? İnsanı, hayatı öğüten bu dev makina sabote edilebilecek mi, insan olmanın onuruyla?


Hayat; nefes aldığımız yer. Aldığımız nefesin farkında olarak, her anının içinde var olmayı hakettiğimiz. Hepimizin özgürce nefes alabileceği, bunun kimsenin tasarrufunda olamayacağı yer, hayat.

10 Haziran 2011 Cuma

DUALARLA YAŞATIYORLAR

Dün ülke genelinde yapılan eş zamanlı operasyonlarda gizli bir örgüt deşifre edildi. Gözaltında alınan ilk ifadelerde müthiş bir komplonun bilgilerine ulaşıldığı düşünülüyor.


Anarşist olduklarını söylüyorlar:

Kendilerini “Spirituel Anarşist” olarak tanımlayan örgüt üyeleri, öncelikli hedeflerinin bazı zalimlerin, hesap vermeden ve yargılanmadan bu dünyadan göçüp gitmelerine engel olmak olduğunu açıkladılar.


Akıl hocaları var:

Medyumlardan, şamanlardan, budist rahiplerden, lamalardan, yogilerden, imamlardan, papazlardan, hahamlardan ve benzeri ruhani her türlü kişiden danışmanlık alarak kendilerini geliştirdiklerini söyleyen örgüt üyeleri, bir kolumuz da Maya’lar, Mu, Atlantis ve Mısır uygarlıkları, UFO’lar, ‘kuantum evreni’ gibi konularda araştırmalar yaparak alternatif yöntemler üzerinde uzmanlaştı dediler.


Uzun yaşamalarının sırrı konusunda çarpıcı açıklamalar:

Alınan ifadelerinde, “İtikatlı arkadaşlarımızdan oluşan oldukça kalabalık bir grup her akşam yatmadan önce, söz konusu kişilerin ölmemeleri için dualar ederek, inançlarına göre gerek tütsü yakarak, gerek tespih çekerek, gerek küçük sunakları önünde meditasyon yaparak bu dileklerini ruhsal kanaldan ulaştırmaya çalışırlar. Bunun yanısıra haftada bir, gruplar halinde toplanarak, çember oluşturup daha güçlü ruhsal sinyallerimizi ‘evren‘ için yollarız” diyerek itirafta bulundular.


“Amacımız mümkün olduğu kadar uzun yaşamalarını sağlamak. İnanıyoruz ki, gün gelip kurulacak ‘vicdan mahkemelerinde‘ bu zalimler hesap verecek. Çektirdikleri acılardan, söndürdükleri nice yaşam ışığından dolayı pişmanlık duymadan aramızdan ayrılmalarını istemiyoruz. Ayrıca uzun yaşayarak çektikleri sıkıntıların ruhlarına olmasa da bedenlerine yeterince ıstırap verdiği kanaatindeyiz.” dedikleri de sızan bilgiler arasında.


“Askeri Kanatları" da var:

İçlerinde beslenme uzmanı, ayurveda terapisti, alternatif tıp uzmanı, akupunktur uzmanı, masör-masöz, fizyoterapist gibi kişilerin, örgütün cephe kanadını (SA-C) oluşturarak, hedef kişilerin evlerine, tedavi gördükleri hastanelerine sızıp, fizyolojik olarak onları ayakta tutmaya çalıştıkları da ortaya çıktı.


Bir çok belge ve örgütsel dokümana da el kondu:

Operasyonlarda ele geçen eylem yapılacak kişiler listesinde tanınmış diktatörlerin yanısıra, bir çok eski ve yeni politikacının, devlet görevlisinin, sermaye sahibinin ismi yer alıyor. Operasyonda el konanlar arasında çeşitli müzik aletleri, pachwork hazırlanmış pankartlar, kitaplar, tütsülükler, tütsüler, çeşitli boy ve ebatta mumlar, tespihler, teleskoplar, bilgisayarlar, yüzlerce belgesel cd’si ve 1960‘lardan başlayan National Geographic arşivi var. Sorgulama sırasında işgüzarlık yaparak ele geçirilen tütsüleri yakmaya kalkan bir kaç görevlinin, tütsü dumanından etkilenip istem dışı ‘om‘ sesi çıkarması ve kucaklaşmaları üzerine, yangın söndürücülerle yanmakta olan tütsülere müdahale edildi.


Gözaltına almalar sırasında bir kaç örgüt mensubunun olay yerindeki kameralara “zulm ile abad olanın ahiri berbad olur” diye bağırdığı duyulmuştu.


Savcılığın sanıkları mahkemeye sevkinden sonra, hakimin “siz kafayı mı yediniz?” sorusu üzerine, sanıklardan C.Ö. (47) “sizce?” diyerek soruya soruyla cevap verirken, hakim “hayır size demiyorum, savcıya söylüyorum” diye düzeltti. Akabinde, şiddet barındırmayan, hatta kişilerin yaşamlarını uzatmaya yönelik iyi dileklerin yasalarca suç olamayacağını hatırlatarak takipsizlik kararı verdi ve grubu serbest bıraktı.


Serbest bırakılan grup üyeleri, yakınlardaki parka gidip ateş yakarak, hep bir ağızdan şarkılar eşliğinde dans edip halay çekti. Bir grup üyesi oluşturulan çemberin ortasına geçip, elindeki listede yer alan isimleri megafonla tek tek okurken, diğer üyeler her isimden sonra “çok yaşa!” diye bağırdı. Tüm isimlerin okunmasından sonra grup alaylı bir biçimde dağıldı.


(OHA - Smyrna)

5 Haziran 2011 Pazar

MAHKEMEDEN YÜRÜTMEYİ DURDURMA KARARI

Durumu İdare Mahkemesi’nden kamu oyuna açıklama:

Parlamento Milletvekili seçimleri öncesinde, iktidarın icraatlarından yola çıkarak, sağda solda, kahvede yolda, fikir yürütmek suretiyle konuşup yorumda bulunan kişilerin, bu eylemlerine ivedilikle son vermeleri önemle duyurulur.


Yürüteceğiniz fikirler ve bunların sesli ifadesi size gaz, cop, tekme, tokat, gözaltı, gözaltında morluk, kalçada platin, kafatasında çatlak, kaburgada kırık v.b. olarak dönecektir. Üstelik haklarınızın hatırlatılması sırasında zarar gören ekipmanın ve tedavi masraflarının maliyeti de size ödetilecektir. Olur da bu fikirlerinizi yazılı olarak ifade etmeye kalkıp, bu yazdıklarınızı herkesin görebileceği yerlere astığınızda göreceğiniz samimi muameleden şikayet etmeyiniz. Üstüne üstlük demokratik hak ve özgürlüklerden hiç söz etmeyiniz. Ettiğiniz sözler, söz konusu edilmeyerek haklarınız kolluk kuvvetlerince uygulamalı olarak gösterilebilir. Bkz: “Nus ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” netekim.


Hadi diyelim bu uyarıları dikkate almadınız, fikir yürütmeye, bunları ifade etmeye, ileri gidip şikayet etmeye, durmayıp hak talep etmeye, coşup aynı fikirleri yürütenlerle bir araya gelmeye, kendinizden geçip görünür olmaya kalktığınızda yüzünüze gözünüze acı biber sıkılır. Orantısız hatırlatma yapılır, kalbiniz sıkıştırılır ve haktan muaf hale getirilirsiniz. Kim sıktıya gidersiniz. Kimliğinizin üstünde de durulmaz. Mahkeme alınan karar doğrultusunda, (Anayasanın 1984 no.lu maddesinin, G fıkrası O bendine göre) fikir yürütmeyi geçici olarak durdurmuştur. Kamuoyuna duyurulur.


(OHA - Neverland)

3 Haziran 2011 Cuma

Anneler Günü ve Babalar Gününe Yeni Düzenleme


Tarihleri her yıl değişen özel günlere netlik kazandırmak için hükümet kolları sıvadı. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı bünyesinde " Özel Günler Tarih Belirleme Komisyonu " kuruluyor.
Kurulacak komisyonda, Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlıktan 2, Diyanet İşlerinden 1, Türk Tarih Kurumundan 1, Milli Eğitim Bakanlığından 1, Devlet Meteorolji İşlerinden 1, Türkiye Esnaf ve Sanatkar Odası'ndan da 1 olmak üzere toplam 7 üye bulunması düşünülüyor. Devlet Bakanı Aliye Kavaf konuyla ilgili yaptığı açıklamada şunları söyledi;
Bilindiği gibi, özellikle bu anneler günü ve babalar günündeki belirsizlik, yıllardır kanayan bir yara. Şimdi misal, yakında babalar günü var. Desem ki bana tarihini söyleyin, hiç biriniz söyleyemez. Neden? Çünkü kesin bir tarih yok. Haziranın birinci pazarı mıydı, ikinci perşembesi miydi, hadi diyelim bildik, ikinci pazarı o tamam. Bu sefer de hadi bakalım bu hafta mıydı öbür hafta mıydı yoksa geçti mi? Milletin kafa zaten uçmuş ,yazık günah bu vatandaşa. Hayır burda kalsa iyi bir de işin aile içi boyutu var. Diimi ? Mesela kendimden örnek vereyim geçtiğimiz anneler günü bir hafta çocukların suratına bakmadım, anneler gününü unuttular diye. Bir pazar gününü evde geçirdim. Ziyaretime gelirler diye oturup bekledim. Akşama kadar ne gelen var ne giden. Meğer bir hafta sonraymış.Ya gördünüz mü bana da yazık. Boşu boşuna çocuklarla kötü olduk. Biz bakanlığımız olarak düşündük taşındık öncelikli olarak bu anneler ve babalar günü için kesin bir tarih belirlemeye karar verdik. Mesela sevgililer günü 14 şubatta, Yirmidokuz Ekim
29 Ekimde, kesin, net, hiç karışıyor mu? Dedik ki şu işin adını koyalım. Belirleyelim bi tarih diyelim ki şu gündür. Millet te bilsin ne gün anne günüdür, ne gün baba günüdür. Hem esnaf ta bilsin ne yapacağını, önünü görsün. Ne gün mal alacak, ne gün satış yapacak. Çeki var adamın senedi var, diimi arkadaşım?
Bir bayan gazetecinin son günlerde artan koca dayağı ve koca cinayetleri ile ilgili nasıl bir çalışma yapmayı düşünüyorsunuz? sorusuna ise bakan,
"Hoppalla ne alakası var şimdi" biçiminde tepki verdikten sonra ; "Bak güzel kızım ben de 27 senelik evliyim. Sen benimkini melek mi sanıyorsun? Biz nasıl idare ettik bunca sene? Azıcık alttan alsınlar azıcık ta cilve yapsınlar. Erkek kısmını idare etmek kadına düşer. Ay bu yaştan sonra millete kadınlık mı öğreticez " şeklinde yanıtladı.
OHA (olası haberler ajansı) ANKARA

2 Haziran 2011 Perşembe

Lahey'den Liderlere Uyarı


Yaklaşan seçimlerle birlikte liderlerin üsluplarının iyice sertleşmesi üzerine Lahey savaş suçları mahkemesi 'nden liderlere uyarı geldi. Lahey Savaş Suçları Mahkeme başkanı Robert J. Redcliff yaptığı açıklamada Türkiye'deki seçimleri izlemeye aldıklarını; özellikle R.Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun mitinglerde kullandıkları üslubun savaş suçları kapsamına girmesinden endişe duyduklarını belirtti. Redcliff liderlerin son günlerde birbirlerine hitap şeklinin mahkeme kriterlerine göre "Kavgada bile söylenmeyecek laflar" düzeyinde devam ettiği, bunun bir üst aşamasının da "Savaş suçu içeren sözler" sınıfına girdiğini de sözlerine ekledi.
SONLARI MLADİÇ GİBİ OLUR
Redcliff sözlerini şöyle sürdürdü ; "Valla böle devam ederlerse bizden günah gider. Kimsenin gözünün yaşına bakmayız. Sırp Kasabı'nı bile nasıl paketledik gördünüz. Tayyip babamın oğlu değil.Kimse terbiyesini bozmayacak işte o kadar."
KAVGADA SÖYLENMEZ
İşte liderlerin kullandıkları ifadelerden bazıları :
Şerrefsiz, alçak, çete, yalançı, uçan yalançı, cücük, dörtgöz, düdük makarnası, elma yanak, eşşolubeşkulak, badem bıyık.
OHA(olası haberler ajansı) La Haye

1 Haziran 2011 Çarşamba

12 eylül yargılanıyor



12 Eylül darbesi 31 yıl aradan sonra yargılanıyor. 12 Eylülün mimarları geç de olsa birer birer mahkeme önüne çıkarılmaya başlandı. Eski Milli Güvenlik Konseyi üyeleri Emekli Orgeneral Sedat Celasun ve Emekli Orgeneral Nurettin Ersin' in ardından Emekli Oramiral Nejat Tümer de hakim karşısına çıkacak.Hakkında tutuklama kararı çıkarılan Nejat Tümer Selimiye Camiinde yapılan sade bir törenden sonra Yüce Mahkeme'nin huzuruna getirilecek. Duruşmanın geniş kapsamlı yürütülen soruşturma aşamasında şimdiye kadar bir çok tanık dinlendi. Tanıklığına başvurulanlar arasında 12 eylül döneminde idam edilmiş işkencelerde ve ceza evlerinde hayatını kaybetmiş pek çok genç bulunuyor. Tümer'in dava dosyasının Celasun ve Ersin'in dosyalarıyla birleştirileceği ve davet gönderilen Şahinkaya ve Evren'in de katılmasıyla Mahkeme'den bir karar çıkmasının beklendiği bildirildi.
OHA(olası haberler ajansı) Araf

27 Mayıs 2011 Cuma

IP'İM İLE KUŞAĞIM, BİLİŞİM İLE AŞIĞIM..



APPLE FIRSATI DEĞERLENDİRDİ.

iPhone, iPad gibi ürünlerle son yıllarda bilişim sektörünün devlerinden biri haline gelen Apple, yeni ürünleri için ürettiği uygulamalara (Apps) bir yenisini eklediğini duyurdu.


ARTIK KASETLER SİZE BİR “PIT” KADAR YAKIN.

Yeni uygulamanın lansmanını “Tüm merak ettiklerinize bir “pıt” ile ulaşın, sıkıntıdan patlamayın, dokunmatik ekranınıza pıtlayın” sloganıyla yapan firma; kullanıcaların App Store’dan 30,99 $’a indirebilecekleri yeni uygulama sayesinde “-.avi, -.xvid, -.mhp, -.chp, -.akp, -.erg, -.ddv” gibi uzantılı dosyaları rahatlıkla izleyebileceklerini açıkladı. “Günümüzde artık siyasetin konulu, konusuz görüntülü mesajları kullanma tercihinden yola çıkarak bu uygulamayı geliştirmeye karar verdik. Yazılım departmanımızın yoğun ve özverili çalışmaları sonucunda, çok kısa zamanda uygulamayı satışa sunma olanağımız oldu. Yazılımın üstün özellikleri sonucunda artık bulanık konseptleri dahi, ayın 14’ü gibi, kabak gibi izleyebileceksiniz” açıklamasında bulunan firma yetkilisi, artan talep üzerine yeni ürünleri olan MPH5 çaların, en kısa zamanda raflardaki yerini alacağını müjdeledi.


22 Ağustos’da uygulanmaya başlanacak yeni internet yönetmeliğinin bu tür uygulamaların kullanımına kısıtlama getirmesi durumunun kendisine hatırlatılması üzerine, firma yetkilisi “böyle nemalanırken, siyasilerin bindiği dalı keseceklerini tahmin etmiyorum” diyerek karşılık verdi.


MICROSOFT’DAN FLASH AÇIKLAMA

Diğer yandan isminin açıklanmasını istemeyen bir Microsoft yetkilisi, akşam saatlerinde yaptığı açıklamada, bir teknoloji casusluğunun söz konusu olduğunu, bu yazılımı kendilerinin daha önce ürettiğini ve “-.bykl” uzantısı ile piyasaya sürdüklerini iddia etti. “Ancak her zamanki gibi taklitçi bazı firmalar bu özgün fikri çalarak, kendilerine mal ettiler” diyen yetkili, elindeki flash belleği gösterek “yazılımın bir kopyasını allahtan bunun içine, kaydetmiştik, buyrun inceleyin, tarihleri kontrol edin” açıklamasıyla olaylara yeni bir boyut getirdi.


(OHA - Silikonvadisi)

26 Mayıs 2011 Perşembe

aref ghafouri izleyenleri büyüledi


Dün akşam Maydanoz Showland'de hayranlarının karşısına çıkan Aref Ghafouri'nin salonda bulunan 500 kişiyi büyülediği bildirildi.
OHA(olası haberler ajansı) İstanbul

25 Mayıs 2011 Çarşamba

MHP’NİN ARDINDAN PLAYBOY’DA DA KASET SKANDALI !


  Dünyaca ünlü amerikan dergisi Playboy kaset skandallarıyla sarsılıyor. Geçtiğimiz günlerde MHP’de yaşanan ve bir çok parti üst düzey yöneticisinin istifasıyla sonuçlanan uygunsuz görüntü skandalının ardından amerikanın ikon dergilerinden Playboy da şok yaşıyor.

“Farklı bir Playboy istiyoruz!”
  Bir süredir internette dergi aleyhinde yayın yapan ve dergiyi müstehcen olmakla itham eden REPLAYBOY sitesi, derginin yeniden dizayn edilmesini  ve üst düzey yöneticilerin istifa edip yerlerine kendilerinin oluşturduğu listenin geçmesini istiyorlardı. “Hakça bir Playboy”, “Zengine değil halka seslenen yayın politikası” gibi sloganlarla dergiyi topa tutan site bu güne kadar pek dikkate alınmamıştı.

Dediklerini yaptılar
  REPLAYBOY sitesinin, istekleri yerine getirilmezse yapacaklarını iddia ettikleri şeylerden biri de, dergiyi efsane haline getiren “playboy kızlarının” gizlice çekilmiş görüntülerini yayınlayacaklarıydı. Kimsenin ihtimal vermediği bu görüntüler dün akşam saatlerinden itibaren internet sitesine düşmeye başladı. 2009 eylül ayı kapak kızı W.L.(21) ve 2007 ayın güzeli T.U.(18) nun da aralarında bulunduğu 7 kızın videolarının yayınlanması üzerine Playboy dergisinin yönetim kurulu üyelerinden 3 kişi ortak basın toplantısı düzenleyerek dergideki görevlerinden ve borsadan çekildiklerini duyurdular.

“Ellerinde ne varsa yayınlasınlar”
  Derginin kurucusu ve onursal başkanı Hugh Hefner, gelen istifaların ardından kameraların karşısına çıkarak “ellerinde ne varsa yayınlasınlar, biz utanılacak bir şey yapmıyoruz. Alnımız açık yüzümüz ak” dedi. Sözlerine “Playboy büyük bir dergidir, üç beş kendini bilmeze pabuç bırakmaz. Bütün bunlar bazı çıkar odaklarını rahatsız edecek yayınlar yaptığımız için başımıza geliyor. Bir okyanusun iki yakası vardır, bu yakada olanlar  öte yakayı ne ilgilendirir. Yukarıda isa var, ondan başka kimseye hesap vermem” diyerek devam eden Hefner, “Pensilvanya kadastrosuna bir baksınlar, geçmişteki ihmalleri göreceklerdir” dedi.

İstifalar peşpeşe
  Hefner’ın basın toplantısı biter bitmez ikinci dalga geldi. REPLAYBOY sitesi bu sefer tam 51 kızın videolarını yayınladı. İzleyenlerin gözlerine inanamadığı görüntülerin, içlerinden kimilerinin artık  anneanne olduğu 1974-2011 kapak kızı koleksiyonu denebilecek bir seri olduğu anlaşıldı. Bunun ardında istifalar peşpeşe geldi. Ünlü derginin bütün yönetim kurulu istifa ettiği gibi mütevelli heyeti, murahhas azalar ve saymanlar, kat görevlileri  ve müstahdemlerin de bu dalgadan nasibini aldığı gözlendi.

“Devlet uyuyor mu?”
Sabahın ilk saatlerinde Kentucky Louisville’deki villasına hareket etmek üzere Newyork La Guardia havalimanına gelen Hefner’ın hayli bitkin ve moralsiz olduğu gözlendi. Basın mensuplarının “efendim Playboy’da resmi olarak çalışıyor görünen tek kişi sizsiniz ne diyorsunuz” sorusu üzerine  “herşeyin suçlusu sizsiniz. Allah bu internetin belasını versin. Bill Gates de Mark Zukerberg de cehennemin dibine gitsin. Sizin yüzünüden ne hallere düştüm. Nerede bu devlet, nerede bu hükümet, uyuyorlar mı? “ diyerek bastonuyla gazetecilerin üzerine yürüdü.

Uzman gözüyle videolar
  REPLAYBOY sitesi hakkında New York 3. Asliye hukuk mahkemesi tarafından soruşturma açılırken, FBI Bilişim Suçları Departmanı uzmanları görüntüleri inceledikten sonra şöyle konuştular: “her video standart  90 dakika uzunluğunda, birden fazla kamera ile çalışılmış. Öyle ki aynı sahneyi farklı açılardan izleyebiliyorsunuz. Bazen ikiden fazla kişi olaya dahil olmuş. Havuz başında, metroda, okulda, yatta, havada karada, hastalıkta ve sağlıkta, ayrım yapmaksızın işlerini ifa etmişler. Hadi o hanımların hafif  meşrepliğini anladık da, bu çetenin etkinliklere kimse görmeden o kadar kamera ve teknik ekipmanı taşıyıp yerleştirmesi, saatlerce rahat rahat çekim yapması… pes valla…Kesinlikle profesyonel işi. Bunu zaten görüntü kalitesinden de anlayabiliyoruz, en kötüsü X.vid uzantılı bu videolar arasında DVD formatında çoklu dil seçeneği olandan tutun da, Blu-ray diskler, Süper-HD çözünürlük vs. bulmak mümkün. İnanılır gibi değil ama araya reklam bile almışlar!!!”
 

24 Mayıs 2011 Salı

Gelişmekte olan ülkeler toplantısında, ergen sorunları tartışıldı.

Gelişmekte olan Ülkeler Topluluğu (GÜT) liderleri geçtiğimiz günlerde, daha önce gelişimini tamamlamış olan İsviçre’nin şirin kasabası Rondela’da bir araya geldi. Tüm haftasonu boyunca adeta kampa giren liderlerin toplantısında konuşulanlara dair sızan bilgiler şöyle:


  • Arkadaş illallah dedim şu bluğ çağından bitmedi anasını satiim ergenlik sorunu bunların. Bütün gün elde telefon, bilgisayar birbirleriyle sürekli haberleşiyorlar. Tamam geyik muhabeti yapsalar ergendir yapar, rahatlasın, stresini atsın diyerek tolerans göstericez. Ama bunlar gelişmiş ülkelerdeki sosyal hakları (??) görüyorlar, sonra birbirlerini dolduruyorlar. Baba bizde niye yok?!! benim varlığım niye görmezden geliniyor?!! ben de özgürce yaşamak istiyorum! diye bağırıyorlar. Biz bir baba şefkatiyle, sabrıyla yaklaşmamıza rağmen avaz avaz bağırıyorlar. O dil pabuç gibi. Sonra dövünce, baba kötü.
  • Sorma kardeş al bizden de o kadar, hayır bunlara gaz vericez diye elde avuçta kalmadı. Oğlum çalış, kızım alış-veriş yap, yavrum öde(v)meleri yapsana, sonra icra gelince karışmam bak demekten dilimde tüy bitti. Hayır ben bunlardan umudu kestim artık, bari çocuklarından hayır gelse.
  • Bu zamanda devlet idare etmek kolay mı, soran yok. Masrafların ardı arkası kesilmiyor. Yok abi yok, bunlar askerde çok dayak yer söliim. Şeytan diyor ihbar et karakola, gözünü kışlada açsın eşeğin evladı. Bak İsrail nası adam ediyo kadınını, erkeğini. Eğitim şart abi. Sonra tepemize çıkıyor bunlar.
  • Babacım şurdan colayı uzatsana şekerim düştü, elim ayağım boşaldı sinirden bak.
  • Aman ağbi değmez bunlar için 'fuck it all' şu üç günlük dünyada sağlığından olcan.
  • Şişşş ne dicem, neydi geçen gün seninkinin ayar vermesi öyle, yok demokratik haklar, reform, halkın sesine kulak ver felan..
  • Ya bırak ya, ayak yapıyo puşt. Kamuoyunda sempati toplucak hesapta. Sen git adamın evini başına yık, etmediğini bırakma, sonra insan hakkı, uluslararası hukuk, kıl yün.. Yer mi lan ortadoğu çocuğu, encük...
  • Hay ağzını öpiim... he he, korkma len mecaz ettik.
  • Aga içim kıyıldı, yemeğe daha çok var mı?
  • Anaa kalk len kalk az kalmış, one münut... ehe, ehe..


(OHA - Yersenkirshen)

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Yasanan depremden sonra, “bir çatlama var, ama bir gram sızıntı yok” açıklaması.















Bölgede bulunan gümüş madenine ait siyanür havuzunda oluşan çöküntü nedeniyle yaşanan sızıntı tehlikesi, geçtiğimiz günlerdeki (Richter ölçeği ile 5.9 , bakanlık onaylı resmi ölçülere göre 5.7 büyüklüğündeki) deprem felaketiyle bir kez daha gündeme geldi. Tıpkı “Çevrecinin daniskası” olarak kendini tanımlayan hükümetin başı olan bakan gibi, konunun muhatapı diğer bakanlarımız da bu konuda endişe edilecek bir durumun olmadığını, konuyu takipte olduklarını, konuma hakim tepelerinden bildirdiler. Yapılan açıklamalarda, milli servetin değerlendirildiği bu tür girişimlerin önündeki engelin belli bir zihniyetten kaynaklı olduğu belirtildi. “Doğa ile dost bir hayat yaşamaktan dem vuranların, dost hayatı derken neyi kastettiklerini gerçekten merak ediyoruz” diyerek imalı bir açıklamada bulunan aileden sorumlu bakan, çevre ve sanayi bakanlıklarının yanında olduğunu belirtti. Yapılan ortak açıklamada, gelişimin ve zenginliğin düşmanı bazı çevrecilerin yaptığı yaygaranın aksine, endişe edilecek bir durumun bulunmadığını, “ar damarlarımızda bir kaç milim çatlama var, ancak vicdanlarımızda bir gram sızı'ntı yok, bunu aççık seççik ifade ediyoruz" dediler.


(OHA - Neverland)

19 Mayıs 2011 Perşembe

ACEMİ SEMAZEN DEHŞET SAÇTI 6 yaralı 2 kayıp





SÜNNET DÜĞÜNÜNDE FACİANIN EŞİĞİNDEN DÖNÜLDÜ
Bursa'nın Osmangazi ilçesinde Korhan ve Okan Çabalar ( 8-10) kardeşlerin sünnet düğününde acemi semazen dehşeti yaşandı. Kontrolünü kaybeden semazen davetlilerin arasına daldı. Görgü tanıklarının ifadesine göre olay dün gece 9.30 pm. sularında meydana geldi. Çocukların kesim işi bitmiş, pasta ve limonata ikramı başlamıştı. Davetliler pastalarını yiyip sohbeti koyulaştırırken bir yandan da huşu içinde sahnedeki semazen gösterisini izliyorlardı. Tam bu sırada salonda bulunanlar sahnenin kenarından gelen büyük bir şangırtıyla yerlerinden fırladılar. Semazenlerden biri garsonun elindeki limonata tepsisini devirmişti. Ne oluyor demeye kalmadan semazen bir anda kontrolden çıkarak döne döne davetlilerin arasına daldı. Ortalıkta koşuşturan ufak çocukları da eteğinin altına aldığı gibi girdabına katarak, önüne çıkan her şeyi yıka yıka salondan dışarı çıktı.
Geride enkaz yerine dönmüş düğün salonu ve çok sayıda yaralı bırakmıştı. Eteğinin altına kaçan yaşları 4 ve 6 olan iki çocuktan da bir haber alınamadı. Yakındaki ormanlık bölgeye doğru gittiği sanılan semazen ve çocukların arama çalışmasına, polis, jandarma, ve çok sayıda vatandaş katılıyor.
VALİ: BU OLAYDAN ÇIKARILACAK DERSLER VAR
Olay yerinde incelemelerde bulunan Vali Hüseyin Büyükbaş izler taze fazla uzağa gitmiş olamaz dedi. Acemi semazenin eşgalini gösteren robot resim de bütün birimlere dağıtıldı. Gece olması ve arazinin de ormanlık olması nedeniyle aramalardan henüz bir sonuç alınamadığı da gelen bilgiler arasında.

OHA (olası haber ajansı) Bursa
.

18 Mayıs 2011 Çarşamba


SABİT NEJAD HİPPİLEAKS’ten SIZDIRIYOR:
ERDEMİN ANATOMİSİ ya da HERKES KENDİ İNTERNETİNİ FİLTRELESE İNTERNET TERTEMİZ OLUR
  Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü'nün (SAGEM) 2010 verilerini okuyordu. Bu kurum elde ettiği verileri Sabit Nejad’a düzenli olarak gönderiyordu. Neden yapıyorlardı bunu, kimse bilmez. Kendisi gibi seçkin bir bekarın aile kurumu üzerine ne düşündüğünü merak eden kurum sayısının çok olması gururunu okşuyordu bir yandan. Kendisi aile kurmayı yıllar önce bırakmıştı. Kurduğu üçüncü ailenin de internet yüzünden dağılmış olması bir neden olabilir miydi acaba? Aile WEB 1.0 döneminde internetin yavaşlığı yüzünden dağılmıştı.Bu yavaşlık, o zamanki eşinin, bilgisayar başında yeterince zaman geçirmesine engel oluyordu. Yavaşlıktan sıkılan kadın, Sabit’in izlediği spor programlarına bulaşmayı tercih ediyordu. Bu tür durumlarda ortaya çıkan sevimsiz aile içi atışmalar, havada uçuşan mouse’lar evliliği bitirmeye yetmişti. Taraflar boşanma duruşmasında problemi böyle tanımlayınca, Üsküdar mahkemeleri görevsizlik kararı vermiş, anlaşmazlığı bilişim mahkemelerine havale etmişti. Bilişim mahkemesinin, yeni bir WEB versiyonu çıkıncaya kadar evliliği askıya almalarını tavsiye etmesine rağmen evlilik ilişkisi bir daha eski tadını bulamamıştı. Önce IP’ler sonra yollar ayrılmıştı.
Her neyse, dedi Sabit. Konuya dönmeliydi.
Bir dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı, İnternetin psiko-sosyal zararları üzerine bir analiz istemişti kendisinden. İnternet kullanımının zararları ile ilgili olarak en çok göz yorgunluğu ve göz kızarıklığı sonucuna ulaşan Sabit Nejad bu analizini bir Post-it üzerine yazarak Bakan Hanım’ın alnına yapıştırmayı düşünmüştü. Bakanın korumaları, böyle bir davranışın devlet geleneklerine uygun olmayacağı konusunda kendisini ikna edince Sabit’in parmaklarının arasından bir anda uçup giden Post-it’in bugünlerde BTK Başkanı Tayfun Acarer’in alnına yapıştığı sanılıyor.
...
Tanıdığı en eski Neo Conservative (Neo-Con) babasıydı ve baba internet denilen fantezi buluş yaygınlaşmadan birkaç yıl önce vefat etmişti. Yıllar yıllar önce evde yakaladığı birkaç sol içerikli dergi ve içeriği kendinden menkul porno dergileri için babası, okuyorsun, bakıyorsun, bari ortada bırakma, at, bir daha da eve getirme demişti. Eğilimlerin karşılıklı olarak kabul edilişi gibi görünse de bu istek, süregiden aile düzenine halel getirecek her türden riskin oyun dışına atılması projesiydi.  Baba, kendisiyle oğlu arasına bir filtre koymuştu; inançlı baba-ateist oğul, sağcı baba-solcu oğul, seksi anılara gömmüş baba-sırf anı olsun diye seks yapan oğul ikilemlerini – var olmaya devam etseler bile- belli sınırlarda ıslah etmeye yarayacak bir filtre. Babanın kendini rahat hissetmesini sağlayacak bir filtre.
...
İnternetime Dokunma yürüyüşü sistemin beklediği üzere, onbinlerce sol tandanslı-pornocu-sapık ve de kızlı erkekli terbiyesizin katılımıyla gerçekleşmişti. Eylemi gerçekleştiren onbinlerin yüzlerine bakıldığında, yürüyüşten önceki gece  hepsinin  bir araya gelip grup yaptığı ve sonu gov.tr ile biten siteler haricindeki tüm muzır sitelere girdikleri hemen belli oluyordu. Padişahları asla sevişmemiş bir ırkın ahvadı kendi dünyalarına; www.iffet.gov.tr, www.hayanamus.gov.tr, www.irztore.gov.tr, www.ahlakliyiz.biz  türündeki sitelere girerken, onların haricindekiler de gösteriden sonra çevredeki birahanelere dağılmış, istiap hadlerinin fazlasını tükettikten sonra tekrar bilgisayar ekranlarının başına; o erdemsiz dünyalarına dönmüşlerdi.
...
ERDEMİN ANATOMİSİ
  Toplumların erdem anatomileri coğrafyadan coğrafyaya farklılık gösteriyordu. Yaşam enerjilerinin göbeklerinde olduğunu düşünen uzakdoğulu toplumlar göbeklerinden (Harakiri), erdemin beyinde olduğunu düşünen rasyonel batılılar beyinlerine kurşun sıkarak intihar ediyordu. Ortada kalmış bizim gibi toplumlar da erdemin kalpte olduğunu düşünerek kendilerini kalplerinden vurdukları bir dönem geçirdiler. İki coğrafya arasında sıkışıp kalan ülkemizde erdemin yeri kalpten aşağılara doğru inmeye başlamış ve erdem (çok afedersiniz) zik bölgesine konuşlanmıştı. MUHAFAZAKAR kanadın karşısında her türden özgürlüğe alan tanıyan MÜSAMAHAKAR kanat olarak tanımlanan her türden insan tercihlerinden boğazlanmaya başlamıştı.
...
Her neyse dedi Sabit, kendi kendine. Bu kadar ileri-geri atıp-tutma yeter. www.porno.gov.tr’ye girdi. Sitede her zaman olduğu gibi kimse zikişmiyordu.