26 Ekim 2018 Cuma

KADİM BİR UYGARLIKTI MAYALAR


Mayalar kadim bir uygarlıktı. Topluluk olarak varolmaya inanır, münferit olduklarında ağırlaşır, uyku bastırır bundan imtina ederlerdi. Maya için yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür değil, bilakis bir orman gibi kardeşçesine idi. Ne ile ilişkiye geçse onun içinde çoğalır, nitelik katar ve bulundukları ortamı dönüştürürdü mayalar.

Mayalar zamanın ustalarıydı. Zamana saygı duyar üzerlerindeki etkisine, değiştirme gücüne inanır öyle yaşarlardı. Tarım sayesinde buğdayla, mısırla tanıştılar. Suyun da yardımıyla ekmeği buldular. Buğdayı, arpayı suyla kurcalayıp birayı keşfettiler. Üzümün tatlı, ılık sularından şarabı icad ettiler mayalar. Analarının ak sütü gibi sarıldılar da ineklerin, koyunların, keçilerin ve dahi atların sütlerine, aç insanların karınlarını doyurdular mayalar. Çeşit çeşit ürünü buldular da parayı bulmadı mayalar, onu Lidyalılar buldu.

Elleri nasırlı Nasıralı bir marangozun söylediklerine (bu benim bedenim yiyin, bu benim kanım için) inanıp yola çıkanlar, geçtiler deryayı ama çayda boğuldular. Mayaların uygarlığına, marangozun yanlış anladıkları sözlerini yaymak icin saldırdılar. Oysa tek felsefesi vardı mayaların: Olmec veya olmemec; bütün meseleleri buydu. Altından ne çıkar hiç düşünmeden çoğalmak, yaşamak. Gelgelelim altının ışıltısı kamaştırdı gözlerini kanla beslenen Vatikan’ın. Ekmek ve şarap niyetine mayalanmış bedenleri kestiler, mayalı kanları akıttılar yeryüzüne. Yeni bir dünya keşfettik o halde Jesus’sız kalmasın tek bir köşesi diye itiraz eden herkesin de cezasını kestiler, Vatikan’a kananlar. Oysa kadim bir uygarlığın yaşadığını bilemediler o ekmeklerde, şaraplarda ve yok ettiler geleceklerini mayaların. Gelecekleri vardıysa da görecekleri bu oldu insanlığın.

Biz burada mayalar aslında bağırsakta yaşayan kadim bir uygarlıktır diye bağırsak da, dediler ki; probiyotik bir yaşamdır artık yeni dünyadaki yaşam. Para eden canlılardır bizim için mayalar. Önce bozarız florasını barsakların, sonra salarız profesyonelleşmiş biyotiklerimizi ormanlarınıza. Neymiş o öyle bir orman gibi kardeşçesine yaşamak, komünistin dediğine bak.

Kadim bir uygarlıktı mayalar, silindiler, değiştirildiler, asimile oldular. Cortez’in kılıcıyla, Monsanto’nun oyunuyla. Oysa bilecekti yaşasaydı doğanın kanunuyla; halk icinde muteber bir nesne yok devlet gibi, ol maya ki, olsun devlet de cihanda bir nefes sıhhat gibi.

1 Kasım 2016 Salı

Prag, Roma, Vatikan, Ankara.

Eskiden şaşı bak şaşır diye üç boyutlu görseller vardı. Normal bakınca pek anlamlı bir şey göremezdiniz. Ben de bazı şehirlere biraz tersten baktım. Ve bazı şifrelere ulaştım.

Prag, Avrupa'nın kalbi diye de anılırmış. Bu şehir savaşta çok hasar görmemiş ve tarihi dokusunu koruyabilmiş. Dolayısıyla bence batıyı simgeler. Batı eski dilde garptır. Garp da tersten okununca Prag çıkar karşımıza.

Ya Roma? Roma aşk şehridir. Ünlü Trevi çeşmesinin bir adı da aşk çeşmesidir. Aşkın bir diğer adı 'amor'dur. Roma tersten okunduğunda da Amor sözcüğü çıkar.

Roma'nın göbeğinde boyu küçük, işlevi büyük bir devlet vardır. Vatikan. Milyarlarca euro'luk bir servet sahibi olan bu kilise devlet 1929' da faşist Mussolini yönetimini tanıma karşılığı aldığı paralarla emlak imparatorluğuna dönüşmüş, servetine servet katmış. Vatikan'ın tersten okunuşu nakit avdır. Bu da nakit avlamaktaki ustalıklarını açıklıyor şüphesiz. Din ticaretinde her zaman iyi para vardır.

Arachna, bir tür örümcektir. Bunun fobisi bile mevcuttur literatürde. Arakna okunur ve ne yazık ki tersten okunuşu Ankara'dır. Örümcek kafalı Gökçek kabilesinin çöreklendiği bir kent olmasına bakıp, bu da mı tesadüf diye sormadan edemiyorum.

Görüldüğü gibi tersten okuyup bu şehirlerin şifrelerini bir bir çözdüm evelallah ama ters ya da düz nasıl okursak okuyalım değişmeyen bazı gerçekler var.

Prag, Çek'lerin başkentiyken, Ankara Gökçek'lerin çiftliğidir. Roma ile Ankara'nın ilişkisi ise Aşk çeşmesi ile kırık 'fışkiye' kadardır. Vatikan'ın devlet başkanı Papa, yasama, yürütme, ve yargının başıdır. Ankara'da da aynı heveslerle yanıp tutuşan bir zat mevcuttur.

25 Kasım 2014 Salı

İsmiyle Müsemma


İsim koymak ne zor iştir. Çocuğuna, şirketine, yeni kurduğun müzik grubuna, kedine, köpeğine. Bir bebeğe ad koyabilmek için günlerce düşünüldüğü olur, bir çok seçenek arasından onun müstakbel, muhayyel ve müstesna kişiliğini birebir yansıtacağı umulan bir sözcükte karar kılınır. Sözcük diyorum, çünkü bazen bu adın alışıldık ya da anlamlı olması bile gerekmez.
28 Ağustos'ta arkadaşlarım Deniz ve Ali'nin bir kızları oldu. Minik Güneş, bu ismi alabilmek için bir hafta kadar beklemek zorunda kaldı. İsimsiz geçirdiği bu sürede kendisine, garip hareketlerimize eşlik eden garip sesler çıkararak hitap etmek zorunda kaldık. Ben kendi adıma isim konana kadar geçen sürede kurdeşen döktüm. Acaba arkadaşlarım anne baba olmanın mutluluğuna karışan yorgunluk yüzünden sağduyularını kaybedip çocuğa ileride lanet edeceği saçma sapan bir isim verebilirler miydi? Neyse ki korkulan olmadı ve bebek Güneş adını aldı. Sağlıkla büyüsün.
Arkadaşım Ümit Kıvanç'ın Yalnız Olmuyor adlı romanında şöyle bir bölüm vardır.
'' Binamıza isim bulmak diye bir mesele çıkmıştı.Bazılarımız buna gerek olmadığını düşünüyordu ama çoğunluk, 'apartmana esprili bir ad taksak fena mı olur'a yatkındı.
Ben, 'Bina Can olsun.' dedim. Nesrin 'Aşkolsun.' dedi. 'Suna Can duysa nasıl darılır sana. Lafı ağzına tıkadım. 'Yahu kızın ne kabahati var! Ana babalar münasebetsizse...' ''
Her çağın yükselen değeri olan isimler vardır. Bunda bir tuhaflık yok ama, seksenlerden sonra anne babaların gerçekten münasebetsizleşmekte sınırları zorladığı bir döneme girdik. Ne abuk subuk isimler konuldu o masum sabilere. İnsanoğlu herşeye karşı alılşkanlık kazanmakla malül olduğu için - kimi zaman bu özellik bir hediyedir, o ayrı bir konu - çocuklar da bu tuhaf isimlere kullandıkça alıştılar. Toplum olarak alıştık bu zulüme. Ama insanları çocuklarına böyle zulüm etmeye zorlayan şeyi hep merak ettim.
Öyle garip heceleri bir araya getirdiler ki, o ismi söyleyebilmek için yüzümüzde çok az kullandığımız bazı kasları çalıştırmak zorunda kaldık. Ağzımızı yüzümüzü garip şekillere sokmadan telaffuz edilmesi mümkün olmayan isimlerle boğuştuk.
Bunu bize neden yaptınız? Farklı olsun diye kendi isimlerinizin ilk hecelerini bile birleştirip çocuğa takmaktan çekinmediniz. Neyse ki bu küçük cinnetinizin anaforuna kapılmayan, sağlam durabilen sağduyulu bir kesim hep var oldu. Yoksa Süleyman - Fatma çiftinin oğulları Sülfat, askerde teftiş sırasında komutanına künyesini bu şekilde haykıracak, askerliğin kendine özgü ağırlığını ve ciddiyetini tehdit edecekti. Tahir Bey ve Piraye Hanımın oğulları Tapir, Karıncayiyen ve Tapir'i başlangıçta aynı hayvan zannnetme hatasını yapacağı kesin gibi olduğundan, çocukluğu boyunca burnunu karınca yuvalarına sokma isteği duymasının nedenini asla bilemeyecek ve kendini suçlayıp duracaktı.
Bir dostum anlatmıştı. Sarışın, pehlivan gibi güçlü, kuvvetli bir arkadaşı varmış. Adı Sansar'mış. Adıyla da müthiş gururlanırmış. Yemin billah anlatıyordu. Bu Sansar'ın babası avcıymış ve sansarları çok severmiş. Çocuğu olunca da adını Sansar koymuş. Nüfus memuru bu ismi kabul etmeyince olay çıkarmış. 'Aslan oluyor, Kartal oluyor, Şahin oluyor, Sansar neden olmasın?' demiş. Nüfus memuru bu tezin sağlamlığı karşısında yenik düşmüş.
Ceylan olur mesela ama Antilop kabul görmez. (Yeteri kadar pişmemiş yumurtayı çağrıştırdığı için belki de.)
Rahmetli babamın tanıdığı Fincan adında bir hanım varmış. Yıllar sonra soyadı Bardak olan bir adamla evlenmiş. Fincan Bardak teyze. Yaşıyorsa Allah selamet versin.
Yıllar önce zamanın Muğla valisinin böyle garip isimleri topladığını okumuştum gazetede. Jandarma, Traktör gibi isimlere bile rastlamıştım.
Dedim ya, bu zorlamaların altında çocuğa öyle bir isim koyalım ki, hem onu farklı kılsın, hem de çok görkemli bir isim olsun, düşüncesi de var. Eskilerin 'ismi ile müsemma' tabir ettiği, ismin anlamı ile kişilik özelliklerinin uyumlu olması beklentisi de önemli bir konu tabii ama bu beklentinin gerçekleşmesinin asla bir garantisi yok. Doğru yöntem, Kızılderililerin ya da Oğuz Türkleri'nin yaptığı gibi  çocuğa ad koymamak ve kendi adını hakedecek bir şey yapmasını beklemek belki de.
Hepimizin karşılaştığı trajik tezatlar olmuştur. Çocuğun adını Taylan koyuyorsun, ki uzun boylu, güzel, kibar gibi anlamları var, otuz sene sonra bir bakıyorsun, Taylan projesi çökmüş. Karşında, Allahın gücüne gitmesin, cücük gibi, kaba saba bir adam duruyor. E hani Taylan'dı bu, olmadı işte, olamadı, ne yapsın... Evlat olsa sevilmez derler ya, ben ona inanmıyorum, anasının gözünde Taylan, Michelangelo'nun Davut'udur.
Pintilikten umumi tuvalete gitmeyip prostatı eline alan Cömert'ler, adı Zarife olup hamur işi yemekten yüz elli kilo olan ablalar, adı Mert ya da Yiğit olan entrikacılar, bu örnekler saymakla bitmez. Lisede bir Zeki vardı bizim. Yirmi dört yaşındaydı. Mezun olamıyordu ama inatla okuyordu. Mesela onun adı Azmi falan olmalıydı. Zeki değil.
Kardeşlerden birine Savaş, diğerine Barış adını koyup ismiyle müsemma olmalarını bekleyen babalar var. Bu adama kişilik bölünmesi teşhisini şak diye koyarım ben, psikolog olmaya gerek yok bunun için.
Bob Dylan'ın şarkısı geliyor aklıma. 'Man gave names to all the animals, in the beginning...' İnsanoğlu tüm hayvanlara bir isim verdi, çıkardıkları seslere , fiziksel özelliklerine uygun, ve bunlarla kafiyeli, tınısı olan isimler. Sonra bir sığırın vücut haritasını çıkarıp, her bölgeden çıkarılan ete de ayrı bir isim verdiler. Antrikot, kontrfile, nuar... Neden? Medeni olmak bunu gerektiriyor, ondan. Bir pazar günü hayvanat bahçesini gezen çekirdek aile, tatil günü keyfini bir restoranda akşam yemeği ile taçlandıracak. Baba siparişleri verecek. Kırmızı şarap, hanıma ve kendisine mantar soslu kontrfile, çocuklara duble hamburger ve kola. Parçalanmış hayvan eti getirin, demekten çok daha medeni. Böylece çocuklar da, az önce hayvanat bahçesinde sevgiyle sarılıp öptükleri, sarmaş dolaş oldukları, Boncuk diye isim taktıkları kuzuların, buzağıların şu anda tabaklarında duran yuvarlak ekmeklerin arasına yerleştirildiğini bilmeyecekler. Hamburgerin Almanya'da ağaçlarda yetiştiğini düşünecekler. 'Boncuğunu bitir bakayım, arkandan ağlar sonra...' İsim vermek, medeni olmaktır.
Başlangıçtaki konumuza geri dönelim, evet biliyorum, daha döllenme sürecinde başlayan acımasız bir yarış var. Ve o yarış ana okulundan, kariyer sürecine kadar, hatta ömür boyu devam ediyor. İstiyoruz ki çocuk, o çok farklı olan ismiyle diğerlerinden ayrılıp bir adım öne geçsin. Daha başlangıçta çocuğu acımasız rekabet kodlarıyla donatıveriyoruz. Diğer herkesi rakibi gibi gören bu çocuğa dayanışma diye bir şey olduğunu, kişiliği olan bir bireyle bireyci bir kişi arasındaki farkı nasıl anlatacağız? Tamam, o farklı, saçma sapan ismiyle çocuk aradan sıyrıldı ama bu işler öyle yürümüyor, Erdoğan amca, Nezahat teyze, size diyorum. Çocuk sıfatıyla değil fiiliyle var olacaktır. Okuyacak, öğrenecek, üretecek ve eylemiyle var edecektir kendini. Yoksa o alengirli ismiyle değil.
Şimdilik bitti ama sanki devam edecek gibi...
Yazan: Hippi Efendi
25 Kasım 2014

26 Ekim 2014 Pazar

Tarihte Bugün;

Kristof Kolomb Küba'yı keşfetti ve İspanya adına el koydu yıl 1492’iydi. Emperyalizm daha icad olunmamıştı lakin Koloniyalizm’in nüveleri çoktan filizlenmiş idi. Kolonyaller, kapitaliste dönüştü yıllar içinde. Küba’nın halkı bu işgalinin rövanşını alamasa da tam 467 yıl sonra, Fidel ve Ernesto isimli gençlerin paslaşmasıyla topu kendi ceza sahalarının ortasından alıp, rakip sahaya taşıdılar. Soldan Ernesto'dan gelen nefis muz ortaya sağlam bir vole çakan Fidel, topu 90 tabir edilen çatala taktı. Tribünler hep bir ağızdan Viva Revolüsyon! tezahüratı ile inledi. Bir muz cumhuriyeti şahane bir muz ortayla tarihe karıştı. Hippi Efendi bunu bileydi sırf Viva Revolüsyon diye bağırmak için bile 4 yıl erken gelirdi dünyaya..    

Tarihte bugün; James Cook, Avustralya ve Yeni Zelanda'nın kaşifi İngiliz kaptan dünyaya geldi. Yıl 1728 idi. Aradan tam 235 sene geçip de Hippi Efendi dünyaya geldiğinde, sınıf bilinci gelişmiş olarak doğdu. Hemen sınıf sınıf diye havayı kokladı ben hangi sınıfa aitim acaba diye merak etti. Sonra “burnuma deniz kokusu geliyor, kim getiriyor lan bu deniz kokusunu” diye söylendi içinden. “Fıtratımda denizcilik mi olacak yoksa müzisyenlik mi” diye kendine kendine düşünmeye devam etti.

Tarihte bugün, yıl 1782 Nicollo Pagannini doğdu. “Bir denizci, bir müzisyen karar verin, rahat bırakın lan beni” diye evrende yankılanan bir ses, dev Arecibo radyo teleskobunun algılayabileceği sınırların çok ötesindeydi.

Yıl 1806, tesadüfe bakın ki yine bugün. Napolyon Bonapart komutasındaki Fransız ordusu Berlin'e girdi. Aynı gün olmasa da iadeyi ziyareti 1940 yılında yapan Hitler, Eifel kulesinin altında şöyle bir etrafa baktı 68’de buralar çok karışacak, ayaklar baş olacak, Hippi’lik icad olacak diye kehanette bulundu. Dört yılda tası tarağı topladı geri döndü.

Tarihte bugün yıl 1858 Theodore Roosevelt, ABD'nin 26. başkanı dünyaya geldi. Tarih tesadüften ibarettir diyicem inanmayacaksınız ama Bay Ruzvelt Küba'nın bağımsızlığını kazanmasında İspanya'ya karşı savaşta rol aldı, Ruslarla japonlar arsındaki savaşı sonlandırmak için arabuluculuk yaptı ve Nobel Barış Ödülü’nü kaptı. Sonraki yıllarda Kübalılarla da, Ruslarla da Japonlarla da Amerikanın başı belaya girdi iyimi. Hippi Efendi yıllar sonra doğduğunda bundan ne sonuç çıkardı dersiniz; şöyle üstünkörü bir baktı tarihe ve dedi ki; “bu dünyada savaşsız bir yıl geçmemiş anlaşılan. Bunu değiştirmeliyim, “not war, make love!“ O bir Hippi’ydi ve efendiydi. Gün gelecek Shaw vuracak sanat galip gelecekti, buna inanmıştı.

Evet evet yine tarihte bugün ve yıl 1913. Mustafa Kemal, Sofya Ataşemiliterliği görevine atandı. O yıllarda doğmuş olsaydı kesin paşanın kulağına eğilip, “ateşe milli terlikle gitmek, yangına körükle gitmek gibidir paşam” derdi. Onun kıvrak zekasını ve bir dil üstadı olduğunu bilmeyenler için izah edeyim şunu demek istiyor; akşamki kıyafet balosunda giyeceğiniz bir yeniçeri kostümü, bütün ecnebi dilberlerinin karizmanızdan yanıp kavrulmasına sebep olacaktır. Hippi Efendi’nin maksadı sarih olarak ortadaydı hep barış olsundu. Dediydi ya; not war make love..

Yıl 1922, tahmin edin.. Evet, tarihte yine bugün. İtilaf Devletleri, TBMM hükümeti ve İstanbul hükümeti temsilcilerini Lozan'da toplanacak barış konferansına davet ettiler. Nihayetinde birileri barıştan söz etmeye başladı çok şükür. 

1932 tarihte tabii ki bugün. ABD’li şair ve yazar Sylvia Plath doğuyor. Hippi Efendi’nin doğduğu yıllarda hayata veda ederken belki de bir doğum günü hediyesi bırakıyor Sylvia: Sırça Fanus. İlk ve tek romanı. Hippi Efendi’nin neden edebiyata da düşkün olduğunun göstergesi olabilir mi? Bilemeyiz, tarih tesadüflerden ibarettir.

Tabii ki 1952 yılının aynı gününde Roberto Benigni doğmuş olacak. Niye şaşırdınız ki. Hippi Efendi’nin senaryo yazıp, bir filmin altına imza atamayacağını mı düşünüyorsunuz yoksa. Güldürmeyin beni lütfen.


1971 yılında işte yine bugün, Kongo Cumhuriyeti'nin adı Zaire olarak değiştiriliyor. Halk; ülkemizin ismi bir perküsyon ismi diye alay ediliyorduk, lakin şimdi iyi mi ettik, bu kez de  tahılla karıştırılma riski taşıyoruz diye bunalıma girince, Hippi Efendi devreye giriyor “Bizle de yıllarca hindi diye alay ettiler dostlar, biz de Mısırlılarla darı len bunlar diye alay ettik. Takılmayın bunlara no name, no war. Ben bunu bilir bunu söylerim.” diyor. Ee, doğru söze ne denir.

Yine tarihte bugün, 1978 Nobel Barış Ödülü'nü, Mısır devlet başkanı Enver Sedat ve İsrail başbakanı Menahem Begin paylaştı. Dedik ya hep barış olsun ister Hippi Efendi. Buyrun işte kanıtı.

Aynı gündeyiz, yıl 1978 Vanessa Mae doğdu. Paganini’den bu yana gözümüz yollarda kaldıydı zaten. Barışın ortak dilidir müzik der, ve her zaman barış için şarkı söyler Hippi Efendi.

Tarihte bugün 1982 Çin, nüfusunun 1 milyarı aştığını açıkladı. Hippi Efendi Birleşmiş Milletler’de konuştu: “Okey folks, I said make love, but safety love, safety first please. Litfen amaa!”


Tarihte bugün neler oldu, daha neler olacak kim bilir. Bizim için Hippi Efendi mahlaslı bir denizci, bir müzisyen ve bir devrimci olan can dostu dünyaya geldi. Anlaşılıyor ki tarih tesadüflerden ibaretti ve ne şanslıyız ki, aynı zamana, aynı yere biz de denk geldik.

12 Eylül 2014 Cuma

Can Dostu

Geçmişten günümüze bir iddia vardır Kordelya hudutları içinde: “Cana yakın kişiler, can dostu olarak bilinirler” diye. Buna istinaden diyebiliriz ki, kişinin can dostu olması demek, insanevladının ballı olduğunun, ve “tanrı yok ama bir güç olduğuna inanıyorum”daki gücün ona kıyak geçtiğinin kanıtı demektir. Kıymetini bilmelidir. “Canını seveyim” derler ya, hah can dostu olan kişi canını sever, sevmelidir de. Canının kıymetini bilir, bilmelidir de. Velevki bilmedi n’olur? En hafifinden bir kere o kişinin canı sıkılır. Bununla kalır mı? Kalmaz ay hilâlse bu kişi hüzne gark olur, eğer dolunaysa daha fena, asabı bozulur sinirsek olur; hayatı sorgular, sağa sola sarar, allah muhafaza başıbozuk birine denk gelir de hır çıkarır. Bu yüzden canına düşkün isen, canını sıkmayacaksın, seveceksin.

İnsanın can ile ilişkisi salt bir gönül ilişkisi değildir dostlar. Hayatın akışında an gelir insan canıyla oynar. Kişi canıyla oynamasını bilmelidir, çünkü canla oynamak kadar zevkli bir şey yok desek yeridir. Can ile oynamanın neresi zevkli demeyin, yoksa canbazların kalbini kırmış olursunuz istemeden. Hele bir oyunlar oynayın da görün, zevklimi değilmi. Oynanan oyunlarda can insana level atlattırır en başta, bonus kazandırır. Gün gelir ulusal coğrafyada senden mutlusu az bulunur; gün olur galaksiler arası ralli yaparsın, gün olur antik bir uygarlığın tapınak kalıntılarında kadim bilgileri öğrenirken bulursun kendini, bir bakmışsın Antarktika’da imparator penguenlerle geyik muhabbetindesin; kapı çalınır oyunun en heyecanlı yerinde açarsın bir satıcı Peter adında. Trençkotu ve şapkasıyla kahkaha pazarlamaya çalışır durduk yere. Böyle böyle mutluluğun haritaları çıkartılır serilir masaüstüne, maceradan maceraya koşulur. Hayali cihana değer derler ya, cihanlardan cihan beğendirir insana bu can, hangisini istersen oraya götürür ruhunu, ne kadar teşekkür etsen azdır yaşattıklarına. İnsanın canına minnet böyle bir şeydir işte, siz başka türlü bildiyseniz yanlış bilmişsiniz demektir.

İnsanın can evi vardır bilirsiniz, pek kıymetlidir hani. Can dostu olanların can evi kıymetli olmanın ötesinde beş çayları eşliğinde hayata dair sohbetlerin edildiği yarı kutsal bir mekandır aynı zamanda. Çoğu kez çaylar biraya, kurabiyeler peynire ve turşuya, nihayetinde biralar rakıya, insanlar da maymuna evrilerek Darwin’in tezi üzerindeki boşluklar ortaya serilir. Duvardaki University of La Folla Berry Gelle diplomasının hakkını verir ortamdaki bilimsel konuşmalar. İnsanın canına okumak böyle bir şeydir ve ancak bu medresede tedrisat görenlere ve mezuniyet hakkı kazannanlara sağlanan bir imtiyazdır. Yolunuz düşerse diye not düşeyim adresini, Nirvana Apt. Kat: Mandu, Aksoy Dükalığı, Kordelya.

Bunlarla kalır mı? Kalmaz. İnsanın can yoldaşı oldumu, yol yordam öğrenir. Can kuşunun şarkılarını can kulağıyla dinlemeyi öğrenir. Hayatın inceliklerine dair, nezakete dair ilim sahibi olur; sırça köşklerde, pamuklar arası kumpanyalarda latif eserler sahnelemeyi becerir olur, çünkü hep bunlar insanın canına değer.

Cansız hayat, adı üstündedir cansızlaşır, renksizdir, kurudur. Seni görüp de halinden anlayan sorar hemen, “hey dostum canına mı susadın alla sen?” “Evet ya!” dersin gözlerin kocaman, en azından bir iki feys alayım diye idareten, oturursun ekranının karşısına. Biri seni farketmedi, sen de durumuna geç uyandıysan vay haline. Can havliyle damardan, üstelik canı pahasına Akheneton verirler de ancak toparlarsın mazallah. 


Gün olur (ki rivayet senenin dokuzuncu ayının onikinci gününe yakın günlerdendir) “hah bu tam can dostuma uygun bir hediye” diyeceği bir şey görür çarşıda dolaşırken insan. Bak bu iyi denk geldi yoksa canıma ot tıkardım görmeseydim dersin. “Yalnız bak o canına değil çanınadır dostum, bilelim doğru kullanalım” der bilmiş iç ses. “Sen gel bir çengel yüzünden madara etme kendini, en azından deyimleri doğru kullan. Meydanı boş buldun diye yazmak kolay. Hem hediye dediğin şey zaten birbirine bu hayatta hediye olmuş canların, yine birbirlerine verdikleri sembolik bir nesnedir, yoksa nedir. Asıl maksat canı gönülden bir kutlamadır, gerisi laf-ı güzaftır, laf ebeliğidir.” “Haklısın hacı” dedim iç sesime, “zaten dünyaya gözünü laf ebeleri arasında açan kişiden de ne beklenir. İki kelimeyi kurcalamadan peşpeşe getiremez oldum hafız, acaba doğum sırasında kordon dolandı da oksijen mi gitmedi” diye sordum. “Nereden bileyim la!” dedi kabalaştı bi an, “doğum kordonda dolaşırken mi oldu, hava mı kirliydi, ne diyon, ne oldu? Anlamadım ben dediğini, boşver takma kafana cancağızım” dedi “hem ne demiş atalarımız:  Ne can çıkar ne de hayhuy.” “Haklısın üstad” dedim, “kılavuzu ebe olanın canı burnundadır zaten”.

31 Ekim 2013 Perşembe

Bir Dünya Markosu

Efendim, muhterem dostum Hippi Efendi’nin ve zevcesi Hülya Hatun’un tevellütlerini mübarek eylemek için sarayda bir araya geldik geçtiğimiz gece. Paşa’nın maharetli parmakları ile sofra üzerinde yarattığı senfonik manzume damaklarda çatlamalara sebebiyet verdiğinden, çatlayan yerlere rakı ile pansuman yapılıyordu.. Malumunuz alkol damarları açar, kanı sulandırır. Kan bedenin her köşesinde rahatça dolanır, bu vesile ile dimağa ışık, zihne feraset verir derler. Bu sebeple olacak ki, masada laf lafı, mevzu mevzuyu açıyordu. Kelimebaz efendiler boş durmuyor, dilleri ile adeta trapez gösterisi sunuyorlardı. Sözler balla kesiliyor, muhabbet baldan da tatlı hale geliyordu. Ne zaman  sohbet içinde tereddüt yaratan veya hatırlara gelmeyen bir detail ortaya çıksa, sarayın şark illeri vekili Ahmet bey (Ahmed bin Guguuli olarak da malumdur), elindeki elektronik cihaz ile virtual aleme bağlanıp konuya bilimsel açıklamalar getirirerek hiç bir noktanın muallak kalmamasına ihtimam gösteriyordu. Masamız hoş ve latif hanım efendiler tarafından şereflendirilmişti ki, sohbetlerimizin konuları hep bilimsel ve sanatsal mevzularda cereyan etti. Bu şahane muhabbet, sahne heveslisi bendenizin de geçmişten bir hatırasını dimağının toz tutmuş sinapslarının arasından bulup aktarmasına vesile oldu netekim. Hikâye şöyle gelişti, müsadenizle aktarayım efendim:

Hippi Efendi ile dostluğumuz, muhabbetimiz hayli eskilere tekabül eder malumunuz. Yine bilenler bilir kendisi bir çok vasfa sahip olmanın yanı sıra dil üzerine de, hikâyat üzerine de bir ekoldür. Ben de o ekolün naçizane talebesi olma bahtiyarlığını yaşamış kişilerden biri sayarım kendimi. Sözü uzatmayayım diyeceğim ama emin olun uzayacaktır. Efendim dedim ya, Hippi Efendi’nin vasfı çoktur; virtüel alemde yani enstrümanını virtüözite seviyesinde çalan zevat arasında tanındığı gibi virtuâl alemde de mesaisi pek eskilere dayanır. Daha gigabaytların, terabaytların icâd olunmadığı zamanlarda kompüterini maharetle kullanır, internet aleminde seyr-ü sefer ederdi kendileri. Bu dönemlerde MIRC tabir edilen virtual bir kulüpte takılır idik beraberce. Bu kulübün üyeleri kendilerine bir mahlas edinir ve o mahlaslarla hitap ederlerdi birbirlerine. Hippi Efendi ise o kulüpte kendine mahlas olarak mesleğinin pîrlerinden biri olması hasebi ile ünlü kâşif Magellan’ı seçmiş idi. Kulüpte vakit geçirmek için sohbet odalarının yanında çeşitli oyunların da oynandığı odalar bulunmaktaydı. Hippi Efendi’nin en gözde odası ise Trivia diye söylenen malumatfuruşların rağbet ettiği odaydı. Sabahlara kadar süren çekişmeli oyunlarda, ortaya bir soru atılır, doğru cevabı ilk veren o eli kazanırdı. Eh Magellan’ın kısa sürede odanın gözde oyuncularından biri olduğunu söylemem sizi pek şaşırtmayacaktır tahmin ederim... Efendim Magellan nerede ben de orada, takıldım peşine tabiiki. Önce bir mahlas bulmam lazım haliyle. Kulüpte ilk zamanlarımda kendime hiç duyulmamış bir şey olsun diye, başka bir muhterem dostumuz musikîşinas, namı diğer shark-ı muhteriz, Emin Sarıdjiyan efendinin kedileri severken çıkardığı “abidjan” nidasını mahlas olarak edindim. Sonraları öğrendim ki bu bir nidanın ötesinde Cote d’Ivorie memleketinin kapital şehrinin adı imiş. İnsanlar meraklı, “efendim daha önce yoksa Cote d’Ivorie de mi bulundunuz, yok seferi misiniz, sefir misiniz?" diye suallerle bunaltıyorlar beni. Diyemiyorum ki efendim, dostum, kediler falan diye. Neyse seçmiş bulundum bir kere deyip biraz idare ettim, ama içim içimi yiyiyor dostlar, usta kendine Magellan gibi karizmatik bir mahlas edinmiş, ben ise abidjan. Üstelik uzaktan yakında ilgim, bilgim yok Fildişi Sahili tabir edilen memleketle. Eh, az çok palazlanmaya da başlamıştım oyunlarda. “Yok” dedim “olmıcak bu böyle, kendime efendi gibi bir mahlas bulayım”. Biraz düşündüm, az kaşındım dedim ki;  ”Ah ha!.. madem dostum denizlerin kâşifi ben de karaların kâşifi olayım. Marco Polo olsun mahlasım”. Amaan görmeyin bendeki cakayı artık, sanki Marco Polo’nun kendisi oturuyor klavyenin başında. Ama mahlasın hakkını vermek lazım tabi, ne olur ne olmaz bir soru geliverir yine, biri merak eder sual eder kimdir, nedir? Hemen araştırmaya başladım derinlemesine Marco Polo efendi kimdir, nasıl bir hayat sürmüştür vesair diye. İşte anlatacağım bu hikâye o dönemdeki araştırmalarım neticesinde tıpkı bu hatıratın aydınlığa çıktığı gibi, raflardan birinde gözüme ilişen kitabın sayfaları arasından bana ulaştı dostlar. Genç Marco’nun henüz Marco Polo olup meşhur kitabını yazmadan önce, gezilerini not ettiği günlüğünün bir çevirisi idi bu. Kitap, 1968 yılında BAYT (Bilinçler Altında Yirmibin Timsah) Yayınlarından çıkmış. Solak Hattat’ın salonundaki gizli(?) kütüphanede denk gelmiştim bu değerli kaynağa; Genç Marco'nun Hatıratı... Daldım sayfalara heyecanla.

Marco’nun günlüğüne yazdıklarından anlıyordum ki, delikanlı babası ile bir çekişme, bir yarış psikolojisi içinde. Baba meşhur kaşif, tüccar Nicolo Polo. Psikoloji ilmi ve "ödip kompleksi" her ne kadar 19. yüyzyılın keşfi ise de, bu kompleksin o dönemlerde de olmadığı anlamına gelmiyor dostlar. Bizim genç Marco da böyle bir halet-i ruhiye içersinde işte. “Babamdan çok daha iyiyim, çok daha başarılıyım. Annem aslında beni seviyor, bana aşık” vesaire vesaire. O yaşlarda başka ne umulur ki genç bir bünyeden. Neyse efendim psikolojik tahlile lüzum yok. Delikanlı bu ruhi durumunu biraz abartmış olacak ki, memleketinde arkadaşları arasında "Makro Polo" diye alay konusu bile olmaya başlamış. Tavernada şarabı ziyadesiyle tükettiği akşamlarda durup durup “göreceksiniz, o yaşlı moruğun gidemediği yerlere gidicem, kazanamadığı paraları kazanıcam.. Tüccar neymiş, kaşif kimmiş hepiniz göreceksiniz.. Polo sülalesini dünyaya lanse edicem.. Bir dünya Marco’su haline gelicem uleen!” diyerek atıp tutuyormuş. Arkadaşlarının kendisini pek takmaması ve babasına da kendini kanıtlamanın gazıyla çok geçmemiş genç Marco atlamış Cenova’dan bir kalyona, soluğu Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’de almış. Almış, almış ama o dönem şehir iki yakası bir araya gelmez vaziyette, zor günler geçirmekteymiş. Haçlı akınları, Latin işgalleri derken, cânım şehir halka sürekli ceberrut davranan tiranların elinde barut fıçısına dönmüş. Keyfine göre şehri ona buna pay eden, bir gün yıkan, diğer gün yakan, ne laftan, ne de halden anlayan tiranlara karşı bir ayaklanma başladı başlayacakmış sokaklarda. Marco'nun aktardığına göre halk uzun zamandır gelmediği gazlara gelmişmiş, hatta galiba onlara biraz da nazar deymişmiş... Neyse genç Marco şehre gelince bugünkü Galata civarında Cenevizlilerin takıldığı yerlerde bir hana yerleşmiş. Günlerce Şehr-i Bizans'ı gezmiş dolaşmış. Yine böyle bir günün akşamında han odasında muhtemel seyahat planlarını ve rotası nasıl olur diye düşünürken, bakmışki burada vakit kaybetmenin bir manası yok, şehir karışık sakinleşeceği de yok. Diğer yandan düşünmüş akranları kızlı erkekli şehirlerini koruma derdindeler. Bir omuz da ben mi versem acaba bu mücadeleye diye aklından geçirmiş. Diğer bir düşünce atlamış hemen ortaya, “olum sen mi kurtaracan memleketi ne alaka? Zaman yola çıkma zamanı, senin yolun paranın yolu, maceranın yolu.” Marco'nun düşünceleri bu gel git içinde salınırken, elindeki gümüş sikkeyi havaya atarak en basitinden çareyi yaratmış bu dilemmaya. Aklından da şöyle geçirmiş; “yazı gelirse, yazı burda geçirir duruma bakarım, tura gelirse tura çıkarım aga.” Tahmin üzere tura gelmiş dostlar. Ve Marco ertesi sabahtan itibaren kaldığı handaki diğer tacirlerle böyle bir yolculukta nereyeye düşürmeli yolu, para nerelerde el değiştiriyor, kaliteli mallar nerelerde bulunur diyerek bilgi toplamaya başlamış. Demişlerki sorulanlar “sen iyisimi cenuba doğru, Symyrne'ye git delikanlı. Orada da Cenevizli tüccarlar var, daha çok faydaları dokunur sana, buradaki insanların kafa karışık biraz.” Marco söylenenler üzerine toplamış tası tarağı ilişmiş bir kervana ve çıkmış yola. Kervan Dakibyza, Nikomidia denilen yerlerden geçip iki gün sonra Prusa’da uzun bir mola vermiş. Gece konaklamalı gündüz agora, pazar dolanmalı. Gün boyu Prusa çarşını gezen Marco, Venedik’te de pek rağbet gören çeşit çeşit renkte dokunmuş ipek kumaşlardan pek bir etkilenmiş. Bu kumaş hakkında az çok bilgisi varmış Marco'nun. Memleketinde sadece soylular giyerlermiş bu kumaştan dikilen elbiseleri. “Seta” derlermiş, “silk” derlermiş bu kumaşa oralarda. Aynı kumaşlara denk gelince sormuş soruşturmuş, nasıl yaparlar, nerden öğrenmişlerdir bu zanaati diye. Anlatmışlar uzun uzun hikayesini kumaşın. Öğrenmiş ki bu kumaşın ustalarının ustaları Hind illerinde, Çin illerindedir. Belki de daha ucuzunu oralarda bulacaktır. Çokça almak isterse de oralara gitmek icap eder, buradakinin alıcısı zaten hazırmış. Nasıl gidilir, ne edilir diye sormuş heyecanla. Demişler ki; "bir yolu vardır elbet, adı da ipektir yolun lakin, kendisi uzun ve meşakkatlidir, tehlikelerle doludur. Bilenle, daha önce gidip dönen ile gitmek en hayırlısıdır. Bir yol erbabı bulasın kendine, develerinin önüne..." Anladım demiş Marco, devam etmiş Symyrne’ye doğru yola.

Symyrne’ye vardıktan sonra yer aramış kendine konaklayacak. Bugün artık olmayan küçük bir denizin kıyısında, eski Roma Hisarı’nın yakınlarında bir hana yerleşmiş. Ertesi gün gezmeye başlamış bu şehr-i garibi.. Konstantinopolisi ikiye ayıran boğaz her ne kadar bir deniz olsa da bir nehir gibi akarmış, hatırlamış. Buradan bakılınca oradaki hayat da aynen bir nehre benzermiş zaten. Burası ise bilakis sükunet içinde telaşsız sakin bir denize sahip imiş, göl gibi. İnsanları da denizi gibiyiş. Sevmiş bu dinginliği, herkes sakince yaşarmış gününü gecesini burada. O da benimsemiş bu hali, bırakacakmış kendini bu ılık liman ataletine ki, kumaşlar gelmiş aklına. Demiş “yolcu yolunda gerek Marco, durmak yok yola devam!” Epey bir dolanmış etrafını kaldığı yerin. Zira ticaret bu bölgede yapılırmış, Acem illerinden, Anatolia’dan kervanlarla gelen mallar, gemilere bu limandan yüklenirmiş ekseriyet. Ancak bir kaç gün sonra farketmiş ki, bitişiğinde de bir han var. İçinde de dükkanlar.. Bu küçük dükkanlarda da küçük esnaflar ve zanaatkârlar var. Esnaflar hep küçük o zamanlar, henüz orta ve büyük boy esnaflık icâd olunmamış daha. Neyse, “buraya da bir bakalım, belki bir yol erbabı bulurum” diyerek girmiş kemerli kapısından hanın avlusuna. Şöyle bir göz gezdirmiş etrafa, alışveriş için gelip giden insanlar, aylaklar, miskinler sekilerde, alçak sandalyelerde oturup, gevezelik ediyorlarmış. Bir köşede küçük bir dükkândan, avludaki bu insanlara sürekli içecek birşeyler dağıtılıyormuş. Dükkanın yakınına gitmiş bakmış meraklı gözlerle içeriye doğru. Bir köşedeki çuvaldan aldıkları yeşil renkli çekirdekleri önce kavurup sonra ortası çukur bir taş içinde ezip toz hale getiriyorlar, sonra su dolu küçük kaplarda köz ateş üstünde pişiriyorlarmış. Hava tanımadığı bu kekremsi, gizemli kokuyla tütsülenmiş adeta o avluda. O da oturmuş bir sekiye etrafındakileri izlemeye başlamış çaktırmadan, belki bir yol erbabına denk gelirim gibisinden. Bakmış hemen yandaki sekide uzun oturan korsan tipli esmer bir denizci var. Tam laf atacakken adam inler, acıklı bir ses tonu ile yanındaki kadına “Celdal.. hazır ayaktayken bir kahve söylesene.. arakının yanına, hadi be Celdal..” demiş. Bizim Marco girişken çocuk hemen fırsattan istifade “efendim, şu küçük kaplarda içilen şey nedir diye merak ediyordum. İstediğiniz şey o mudur yoksa?" diye sormuş. Esmer adam, şöyle bir bakmış yarı uzandığı yerden “yaa nası anlatayım ben sana şimdi.. işte bişeyler, bişeyler... Celdal.. sen anlatsana şunu” diye kadına seslenmiş yeniden. Latif kadın da anlatmış içilen şeyin ne olduğunu detaylarıyla, ismine kahve dendiğini, kırk yıl hatırı olduğunu da belirtmiş. Marco kahvenin hikayesini dinledikten sonra kendisine de okkalı acı bir tane söylemiş, az önce öğrendiği gibi.. Yudumlamış bu yeni tadı, bitirince gülümsemiş kadına telveli dişleriyle teşekkür babında. Kadın su içmesini işaret etmiş kibarca.. “bu mereti de götürmek lazım memlekete, böyle dükkanlar açar satarız, para eder muhakkak. Tanrı euro be Marco dedi bir kere” diye geçirmiş içinden. Ağzı kulaklarda “hakketten zihin açıyormuş bu meret anlatıldığı gibi, bak kafa zehir gibi çalışmaya başladı” diye düşünmüş "evet, evet" demiş yüksek sesle "Eurro be Marco!. Kim tutar seni". İşte o sırada bir melodi dokunur olmuş kulaklarına derinden, derinden. Flüt dese değil.. borazan dese... değil. Korno? Alakası yok... Merak etmiş “nedir bu ses, kimdir bunu çalan?” diye sormuş esmer adama dönüp. “Ney?” demiş esmer adam, sonra “haa! o mu” demiş.. yaa üff yaa, işte bişeyler bişeyler” demiş “en iyisi sen melodiyi takip et, kulağının götürdüğü yere git koçum.. bulursun işte bi şekilde.. yorma beni” diye eklemiş. Marco takip etmiş sesi, ses yukarılardan geliyormuş sanki. Bu hanın üst katının da olduğunu o zaman farketmiş. Merdivenleri bulup çıkmış, koridorları yürümüş sesin peşinden ve nihayetinde de alçak bir kapının önüne gelmiş. Eğilip bakmış kapıdan içeriye. Beş-altı kişi oturmuş gâh müziğe eşlik eder, gâh sohbet eder eyleşip dururmuş. Elinde sesin çıktığını tahmin ettiği delikli kamışı tutan adam, buyur etmiş bu meraklı delikanlıyı içeri, oturması için yer göstermiş. Marco katılınca aralarına merak etmişler buralardan olmadığı hissedilen bu delikanlıya “Kimsin, kimlerdensin?” diye sormuşlar. Polo'ların Marco’yum ben demiş bizimkisi odadakilere ve anlatmış hikâyesini bir çırpıda. Sonrasında ben anlattım kendimi “peki sizler kimsininiz?” diye sormuş. Bir sessizlik olmuş kısasından, akabinde “diyelim ki hiç kimseyiz, varsayalım ki herkesiz” demiş uzun dalgalı saçlı, sol elinde bir kamış kalem ile önündeki parşömene süslü yazılar yazan zat, gülen yüzüyle. Ve eklemiş benim adım Solak Hattat’tır. Ardından diğerlerini de tanıştırmak için diğerlerine doğru dönmüş; bu yanımdaki zatı muhterem Hippi Efendi’dir derken, efendi elinde delikli kamışı tutan kişiye “içtin isliyi, çaldın hisliyi be baroncum” demiş. Solak Hattat devam etmiş kaldığı yerden “o sesine düştüğün enstrümanın da üstadına biz aramızda Baron von Flügel deriz” diye devam etmiş. Karşıda oturup nerden çıktı bu zıpır dercesine ona bakıp, dudak büken kişiyi de Pasha olarak tanıştırmış. Marco biraz çekinmiş müşkülpesent olduğu hissedilen bu adamdan. Laubali olmamaya özen göstermiş. Sıra köşedeki zata geldiğinde Hattat, bu arkadaşımız da Incognitus’tur demiş. “Aa! Siz latin misiniz yoksa?” demiş Marco heyecanla adını duyunca. “tchıck!”  demiş Hippi Efendi yandan, “değil...”

Marco bakmışki bu adamlar yol yordam bilen kişilere benzerler. Bir şeyler öğrenmenin gayretiyle dalmış söze bodoslama; “saygıdeğer beyler müziğin peşine düştüm sizle karşılaştım, lakin beni asıl buraya getiren aslında bir hülyanın peşine düşmüşlüğümdür, bilir misiniz?” Hippi Efendi tek kaşı kaldırmış eee? dercesine. Demiş “yola düştüm, çünkü bir düşün peşindeyim”. Solak Hattat “hmmm.. bak sen” demiş. “Yoldan dönmem de pek mümkün değil artık efendiler, yemin ettim çünkü.” “Allah büyük” demiş Pasha... “Yol ararım, yordam sorarım erbabından” diye sürdürmüş konuşmasını Marco. “Hayırlısı be hafız” demiş Baron da... Herkes bir ecnebiden beklenmeyen haller, tavırlar diye geçiriyormuş içinden, ama du bakalım demeye kalmadan bizim delikanlı sesini biraz daha yükselterek devam etmiş sözlerine “Parlak, çok para kazandıracak bir kumaşın peşine düştüm beyler...” demiş “lakin adı gelmiyor aklıma şimdi, hay allah neydi?.. ama eminim guaranti siz biliyorsunuzdur... Siz yol erbabı kişilere benzersiniz, eğer bir mahsuru yoksa sizlerden ona giden yolu da öğrenmek isterim.. Mihmandar olun, para kazanalım, şan şöhret içinde yaşayalım hep beraber, ne dersiniz?” Mecliste ışıldayan gözlerin feri sönüvermiş bir an için, “anladık demişler” başlarını hafifçe sallayarak. Sonra Solak Hattat konuşmaya başlamış aralarından ve demiş ki: “Yolculuk, yol.. bizi hep heyecanlandırmıştır delikanlı.. biz de yola sevdalıyızdır senin gibi, üstelik oturduğumuz yerden de yolculuk etmeyi severiz... senin yolunu da biliriz elbet.. çok giden olmuştur tanıdıklarımızdan o yola.. yoldur çünkü gidilir... gidene niye gidiyorsun demeyiz, dönene de niye döndün diye sormayız... var git yoluna, yol akla düştümü bir kere, ayaklar duramaz olur yerinde...” Kısa bir sessizlikten sonra sözü Baron almış bu kez; “bizim yolumuz pek akla da düşmemiştir aslına bakarsan be hafız" demiş, "de daha çok gönüle düşmüştür, yanlışmıyım..." Evet dercesine bakmışlar Baron'a diğerleri. "Bu yüzden biz de yolcuyuz senin gibi delikanlı haklısın, yol'a düşkünüz. Ama düştüğümüz yol aynı yol değil”... “Bir düşün peşine düştüm deyince, heyecanlanmıştık be delikanlı...” demiş incognitus köşeden köşeden. “Yola düşmeyi severiz Baron'un dediği gibi, yolda düşmeyi de düşeyazmayı da marifetten sayarız üstüne üslük” demiş... Ne dendiğini anlamaya çalışırken bizimkisi, geniş bir avuç omuzunu kavramış.. Bakmış yanında oturduğu Hippi Efendi'nin elidir omuzundaki; “sadedine gelelim senin delikanlı.. o adını unuttuğun kumaşın adı ipektir” demiş. "Hani sizin “silk” diye bildiğiniz. Merak edip, öğrenmek istediğin yolun adı ise İpek Yoludur. Senin anlayacağın senin gideceğin yol silk’tir delikanlı.. Yolundan alakoymayalım biz seni, gidecek yolun var daha. Silk'tir git o yola! en hayırlısı” Herkes bi duraksamış önce, sonra basmışlar kahkahayı. Marco da pek bir keyiflenmiş yolun adını öğrenince, o da katılmış kahkahalara... Pashaa seslenmiş ordan, “lagalugayı bırakalım da lagavuline bakalım efendiler. Kalmış mı şişede?” “Olmamı hiç” demiş Hippi Efendi şişenin başında.  

Üç latif kadın girmiş içeri o sırada, "keyfiniz daim olsun efendiler" demiş içlerinden biri, belli ki tanışırlarmış bu kişilerle bu kadınlar. Şöyle bir bakmışlar delikanlıya kim bu gibilerinden. Bunu farkeden Marco hemen tanıtmış kendini kibarca. Bir tüccar namzeti olduğundan, para kazanma hevesinden, ipek kervanlarının yolunu öğrenmek için buraya geldiğinden bahsedivermiş. Acır gözlerle bakmış portakal saçlı olan latife “Aman dikkat et delikanlı" demiş "para kazanayım derken, paradigmanı kaybetmeyesin sakın”. “mi scuzi, anlayamadım?” demiş, Marco. “Boşver belki sonra anlarsın” demiş kadın. Akabinde dönmüş odadakilere “biz agorada dolanırken acıktık söğüş yemeğe gideceğiz, ister misiniz diye sormaya gelmiş idik” demiş. Yanındaki uzun kızıl saçlı olan latife, “aa istenmez mi ayol!” diyerek şen bir kahkaha atmış. Siyah saçlı olan diğer latife ise “aslına bakarsanız hangi acıdan istersiniz diye sormaya gelmiştik. Turşu biber mi, ince biber mi, yoksa pul biber mi?” demiş... Pasha söylenircesine; “hepsi aynı anda olamaz diye kanun mu çıkartmış deyyuslar” demiş. İncognitus “mantıklı” diye katılmış, Hattat “yok daha neler, nöbetçiler!” diye bağırmış. Hep bir ağızdan siparişler verilirken Marco kendini memleketinde zannetmiş bir an. İncognitus “benimki peynirli olabilir mi acaba?” diye aradan soracak olmuş, ortam birden sessizleşmiş. Bakmış ki bakışlar keskin diğerlerinde “şakka len şaka” deyip çevirmiş kazı.

Hippi Efendi; “siparişler bittiyse şu yanındaki kitaroya bi uzanıp veriver be Baroncum, aklıma bir iki melodi geldi delikanlı sayesinde, sövüşler gelene kadar tıngırdayalım mı beraber?” demiş...


Marco oradan ayrılırken kafası gerçekten yediği sövüş gibi biraz karışıkmış. Yolu öğrenmiş ama yordamından pek emin değilmiş artık. “Neyse” demiş “elbet bir gün yarın olacak, gerekirse yeniden iyice sorup soruştururum yolu...”

27 Ağustos 2013 Salı

AKDENİZ DAYANIŞMA KAMPI İÇİN MİNİK BİR ÖYKÜ.


‘Bu topraklarda birçok şey olup bitiyordu ve ben olan biteni TV’ den izliyordum. 
Yıllar boyu aydınlar, gazeteciler, öğrenciler, sıradan insanlar öldürülüyor ya da hapse tıkılıyordu. Toplum mühendisleri, kendi sistemlerine uygun bir toplum inşa ediyordu. Kürt, alevi, sosyalist, eşcinsel, gayrimüslim, ateist ya da dindar; sistem, öğütemediği her bireyi düşman ilan ediyordu. Kadınlar eziliyor, horlanıyor, öldürülüyordu. Doğa, talan ediliyordu ve ben bunları onların uygun gördüğü ve izin verdiği kadarı ile TV’den izliyordum. Sonra gidip reklamlarda gördüğüm ürünleri satın alıyordum ve sistemi yeniden besliyordum. Aslında olana bitene çok kızıyordum ama karşı çıkacak gücü kendimde bulamıyor, hep bir süper kahramanın gelip bunları düzeltmesini bekliyordum. Ve yine sessiz kalıyordum, çünkü sonuçta ben, Kürt, alevi, sosyalist, eşcinsel, gayrimüslim, ateist, dindar ya da kadın değildim.
İnsanlar sokaklara çıkıp yürüyordu, insanlar gaza boğuluyordu. Ben yine TV başındaydım. Ve gaz öyle yoğundu ki, artık penceremden oturma odamın içine sızıyor, gözlerim yanıyordu. İşte o gazla ilk defa ben de televizyonu kapattım ve sokağa çıktım. Benim gibi sıradan insanların arasına karıştım. İlk birkaç ürkek adımdan sonra korku eşiğini aşıverdim. Yürüyüşüm değişti. Başı ve sonu gözükmeyen insan kalabalığına baktım, bir şeyleri değiştirmesini beklediğim süper kahraman buydu işte. Omuz omuza vermiş kararlı, vicdanlı, sıradan insanların dayanışması.
Ezberlediğim her şey tepetaklak olmuştu. Benden çok uzak olduğunu düşündüğüm bir sürü ‘öteki’ ile ne kadar yakın olabildiğimi gördüm. Tam teçhizatlı bir teröre karşı, bedeninden ve direnme iradesinden başka hiçbir şeyi olmayan insanların, hiç tanımadıkları insanların yardımına nasıl çıkarsız koştuklarını gördüm.
Güzel abiler, ablalar vardı. Başka bir hayatın mümkün olduğunu söylüyor, altı yıldan beri ‘Alternatif yaşamın demosu’ dedikleri bir festivali var ediyorlardı. Beni de çok çağırmışlardı ama hiç gidememiştim. Tam ‘bu sene’ diyordum ki, o festivalin bittiğini, daha doğrusu başka bir şekle dönüştüğünü öğrendim. Adı da ‘Akdeniz dayanışma Kampı’ olacakmış. Kesinlikle orada olmak istiyorum. Hem sokaklarda, parklarda, barikatlarda yaşanan o dayanışma ve direniş duygusunun gelip geçen bir rüzgâr olmadığını görmek, hem bundan sonra neler yapabileceğim konusunda kafamdaki sorulara cevaplar bulmak, hem de yalnız olmadığımı hissetmek ve yeni dostlar bulmak için. Ve belki biraz da müzik ve deniz… Bu kadar tazyikli su ve biber gazı deneyiminden sonra rahatlatıcı olabilir. 6-7-8 Eylül’de Foça’dayım.’