31 Ekim 2013 Perşembe

Bir Dünya Markosu

Efendim, muhterem dostum Hippi Efendi’nin ve zevcesi Hülya Hatun’un tevellütlerini mübarek eylemek için sarayda bir araya geldik geçtiğimiz gece. Paşa’nın maharetli parmakları ile sofra üzerinde yarattığı senfonik manzume damaklarda çatlamalara sebebiyet verdiğinden, çatlayan yerlere rakı ile pansuman yapılıyordu.. Malumunuz alkol damarları açar, kanı sulandırır. Kan bedenin her köşesinde rahatça dolanır, bu vesile ile dimağa ışık, zihne feraset verir derler. Bu sebeple olacak ki, masada laf lafı, mevzu mevzuyu açıyordu. Kelimebaz efendiler boş durmuyor, dilleri ile adeta trapez gösterisi sunuyorlardı. Sözler balla kesiliyor, muhabbet baldan da tatlı hale geliyordu. Ne zaman  sohbet içinde tereddüt yaratan veya hatırlara gelmeyen bir detail ortaya çıksa, sarayın şark illeri vekili Ahmet bey (Ahmed bin Guguuli olarak da malumdur), elindeki elektronik cihaz ile virtual aleme bağlanıp konuya bilimsel açıklamalar getirirerek hiç bir noktanın muallak kalmamasına ihtimam gösteriyordu. Masamız hoş ve latif hanım efendiler tarafından şereflendirilmişti ki, sohbetlerimizin konuları hep bilimsel ve sanatsal mevzularda cereyan etti. Bu şahane muhabbet, sahne heveslisi bendenizin de geçmişten bir hatırasını dimağının toz tutmuş sinapslarının arasından bulup aktarmasına vesile oldu netekim. Hikâye şöyle gelişti, müsadenizle aktarayım efendim:

Hippi Efendi ile dostluğumuz, muhabbetimiz hayli eskilere tekabül eder malumunuz. Yine bilenler bilir kendisi bir çok vasfa sahip olmanın yanı sıra dil üzerine de, hikâyat üzerine de bir ekoldür. Ben de o ekolün naçizane talebesi olma bahtiyarlığını yaşamış kişilerden biri sayarım kendimi. Sözü uzatmayayım diyeceğim ama emin olun uzayacaktır. Efendim dedim ya, Hippi Efendi’nin vasfı çoktur; virtüel alemde yani enstrümanını virtüözite seviyesinde çalan zevat arasında tanındığı gibi virtuâl alemde de mesaisi pek eskilere dayanır. Daha gigabaytların, terabaytların icâd olunmadığı zamanlarda kompüterini maharetle kullanır, internet aleminde seyr-ü sefer ederdi kendileri. Bu dönemlerde MIRC tabir edilen virtual bir kulüpte takılır idik beraberce. Bu kulübün üyeleri kendilerine bir mahlas edinir ve o mahlaslarla hitap ederlerdi birbirlerine. Hippi Efendi ise o kulüpte kendine mahlas olarak mesleğinin pîrlerinden biri olması hasebi ile ünlü kâşif Magellan’ı seçmiş idi. Kulüpte vakit geçirmek için sohbet odalarının yanında çeşitli oyunların da oynandığı odalar bulunmaktaydı. Hippi Efendi’nin en gözde odası ise Trivia diye söylenen malumatfuruşların rağbet ettiği odaydı. Sabahlara kadar süren çekişmeli oyunlarda, ortaya bir soru atılır, doğru cevabı ilk veren o eli kazanırdı. Eh Magellan’ın kısa sürede odanın gözde oyuncularından biri olduğunu söylemem sizi pek şaşırtmayacaktır tahmin ederim... Efendim Magellan nerede ben de orada, takıldım peşine tabiiki. Önce bir mahlas bulmam lazım haliyle. Kulüpte ilk zamanlarımda kendime hiç duyulmamış bir şey olsun diye, başka bir muhterem dostumuz musikîşinas, namı diğer shark-ı muhteriz, Emin Sarıdjiyan efendinin kedileri severken çıkardığı “abidjan” nidasını mahlas olarak edindim. Sonraları öğrendim ki bu bir nidanın ötesinde Cote d’Ivorie memleketinin kapital şehrinin adı imiş. İnsanlar meraklı, “efendim daha önce yoksa Cote d’Ivorie de mi bulundunuz, yok seferi misiniz, sefir misiniz?" diye suallerle bunaltıyorlar beni. Diyemiyorum ki efendim, dostum, kediler falan diye. Neyse seçmiş bulundum bir kere deyip biraz idare ettim, ama içim içimi yiyiyor dostlar, usta kendine Magellan gibi karizmatik bir mahlas edinmiş, ben ise abidjan. Üstelik uzaktan yakında ilgim, bilgim yok Fildişi Sahili tabir edilen memleketle. Eh, az çok palazlanmaya da başlamıştım oyunlarda. “Yok” dedim “olmıcak bu böyle, kendime efendi gibi bir mahlas bulayım”. Biraz düşündüm, az kaşındım dedim ki;  ”Ah ha!.. madem dostum denizlerin kâşifi ben de karaların kâşifi olayım. Marco Polo olsun mahlasım”. Amaan görmeyin bendeki cakayı artık, sanki Marco Polo’nun kendisi oturuyor klavyenin başında. Ama mahlasın hakkını vermek lazım tabi, ne olur ne olmaz bir soru geliverir yine, biri merak eder sual eder kimdir, nedir? Hemen araştırmaya başladım derinlemesine Marco Polo efendi kimdir, nasıl bir hayat sürmüştür vesair diye. İşte anlatacağım bu hikâye o dönemdeki araştırmalarım neticesinde tıpkı bu hatıratın aydınlığa çıktığı gibi, raflardan birinde gözüme ilişen kitabın sayfaları arasından bana ulaştı dostlar. Genç Marco’nun henüz Marco Polo olup meşhur kitabını yazmadan önce, gezilerini not ettiği günlüğünün bir çevirisi idi bu. Kitap, 1968 yılında BAYT (Bilinçler Altında Yirmibin Timsah) Yayınlarından çıkmış. Solak Hattat’ın salonundaki gizli(?) kütüphanede denk gelmiştim bu değerli kaynağa; Genç Marco'nun Hatıratı... Daldım sayfalara heyecanla.

Marco’nun günlüğüne yazdıklarından anlıyordum ki, delikanlı babası ile bir çekişme, bir yarış psikolojisi içinde. Baba meşhur kaşif, tüccar Nicolo Polo. Psikoloji ilmi ve "ödip kompleksi" her ne kadar 19. yüyzyılın keşfi ise de, bu kompleksin o dönemlerde de olmadığı anlamına gelmiyor dostlar. Bizim genç Marco da böyle bir halet-i ruhiye içersinde işte. “Babamdan çok daha iyiyim, çok daha başarılıyım. Annem aslında beni seviyor, bana aşık” vesaire vesaire. O yaşlarda başka ne umulur ki genç bir bünyeden. Neyse efendim psikolojik tahlile lüzum yok. Delikanlı bu ruhi durumunu biraz abartmış olacak ki, memleketinde arkadaşları arasında "Makro Polo" diye alay konusu bile olmaya başlamış. Tavernada şarabı ziyadesiyle tükettiği akşamlarda durup durup “göreceksiniz, o yaşlı moruğun gidemediği yerlere gidicem, kazanamadığı paraları kazanıcam.. Tüccar neymiş, kaşif kimmiş hepiniz göreceksiniz.. Polo sülalesini dünyaya lanse edicem.. Bir dünya Marco’su haline gelicem uleen!” diyerek atıp tutuyormuş. Arkadaşlarının kendisini pek takmaması ve babasına da kendini kanıtlamanın gazıyla çok geçmemiş genç Marco atlamış Cenova’dan bir kalyona, soluğu Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’de almış. Almış, almış ama o dönem şehir iki yakası bir araya gelmez vaziyette, zor günler geçirmekteymiş. Haçlı akınları, Latin işgalleri derken, cânım şehir halka sürekli ceberrut davranan tiranların elinde barut fıçısına dönmüş. Keyfine göre şehri ona buna pay eden, bir gün yıkan, diğer gün yakan, ne laftan, ne de halden anlayan tiranlara karşı bir ayaklanma başladı başlayacakmış sokaklarda. Marco'nun aktardığına göre halk uzun zamandır gelmediği gazlara gelmişmiş, hatta galiba onlara biraz da nazar deymişmiş... Neyse genç Marco şehre gelince bugünkü Galata civarında Cenevizlilerin takıldığı yerlerde bir hana yerleşmiş. Günlerce Şehr-i Bizans'ı gezmiş dolaşmış. Yine böyle bir günün akşamında han odasında muhtemel seyahat planlarını ve rotası nasıl olur diye düşünürken, bakmışki burada vakit kaybetmenin bir manası yok, şehir karışık sakinleşeceği de yok. Diğer yandan düşünmüş akranları kızlı erkekli şehirlerini koruma derdindeler. Bir omuz da ben mi versem acaba bu mücadeleye diye aklından geçirmiş. Diğer bir düşünce atlamış hemen ortaya, “olum sen mi kurtaracan memleketi ne alaka? Zaman yola çıkma zamanı, senin yolun paranın yolu, maceranın yolu.” Marco'nun düşünceleri bu gel git içinde salınırken, elindeki gümüş sikkeyi havaya atarak en basitinden çareyi yaratmış bu dilemmaya. Aklından da şöyle geçirmiş; “yazı gelirse, yazı burda geçirir duruma bakarım, tura gelirse tura çıkarım aga.” Tahmin üzere tura gelmiş dostlar. Ve Marco ertesi sabahtan itibaren kaldığı handaki diğer tacirlerle böyle bir yolculukta nereyeye düşürmeli yolu, para nerelerde el değiştiriyor, kaliteli mallar nerelerde bulunur diyerek bilgi toplamaya başlamış. Demişlerki sorulanlar “sen iyisimi cenuba doğru, Symyrne'ye git delikanlı. Orada da Cenevizli tüccarlar var, daha çok faydaları dokunur sana, buradaki insanların kafa karışık biraz.” Marco söylenenler üzerine toplamış tası tarağı ilişmiş bir kervana ve çıkmış yola. Kervan Dakibyza, Nikomidia denilen yerlerden geçip iki gün sonra Prusa’da uzun bir mola vermiş. Gece konaklamalı gündüz agora, pazar dolanmalı. Gün boyu Prusa çarşını gezen Marco, Venedik’te de pek rağbet gören çeşit çeşit renkte dokunmuş ipek kumaşlardan pek bir etkilenmiş. Bu kumaş hakkında az çok bilgisi varmış Marco'nun. Memleketinde sadece soylular giyerlermiş bu kumaştan dikilen elbiseleri. “Seta” derlermiş, “silk” derlermiş bu kumaşa oralarda. Aynı kumaşlara denk gelince sormuş soruşturmuş, nasıl yaparlar, nerden öğrenmişlerdir bu zanaati diye. Anlatmışlar uzun uzun hikayesini kumaşın. Öğrenmiş ki bu kumaşın ustalarının ustaları Hind illerinde, Çin illerindedir. Belki de daha ucuzunu oralarda bulacaktır. Çokça almak isterse de oralara gitmek icap eder, buradakinin alıcısı zaten hazırmış. Nasıl gidilir, ne edilir diye sormuş heyecanla. Demişler ki; "bir yolu vardır elbet, adı da ipektir yolun lakin, kendisi uzun ve meşakkatlidir, tehlikelerle doludur. Bilenle, daha önce gidip dönen ile gitmek en hayırlısıdır. Bir yol erbabı bulasın kendine, develerinin önüne..." Anladım demiş Marco, devam etmiş Symyrne’ye doğru yola.

Symyrne’ye vardıktan sonra yer aramış kendine konaklayacak. Bugün artık olmayan küçük bir denizin kıyısında, eski Roma Hisarı’nın yakınlarında bir hana yerleşmiş. Ertesi gün gezmeye başlamış bu şehr-i garibi.. Konstantinopolisi ikiye ayıran boğaz her ne kadar bir deniz olsa da bir nehir gibi akarmış, hatırlamış. Buradan bakılınca oradaki hayat da aynen bir nehre benzermiş zaten. Burası ise bilakis sükunet içinde telaşsız sakin bir denize sahip imiş, göl gibi. İnsanları da denizi gibiyiş. Sevmiş bu dinginliği, herkes sakince yaşarmış gününü gecesini burada. O da benimsemiş bu hali, bırakacakmış kendini bu ılık liman ataletine ki, kumaşlar gelmiş aklına. Demiş “yolcu yolunda gerek Marco, durmak yok yola devam!” Epey bir dolanmış etrafını kaldığı yerin. Zira ticaret bu bölgede yapılırmış, Acem illerinden, Anatolia’dan kervanlarla gelen mallar, gemilere bu limandan yüklenirmiş ekseriyet. Ancak bir kaç gün sonra farketmiş ki, bitişiğinde de bir han var. İçinde de dükkanlar.. Bu küçük dükkanlarda da küçük esnaflar ve zanaatkârlar var. Esnaflar hep küçük o zamanlar, henüz orta ve büyük boy esnaflık icâd olunmamış daha. Neyse, “buraya da bir bakalım, belki bir yol erbabı bulurum” diyerek girmiş kemerli kapısından hanın avlusuna. Şöyle bir göz gezdirmiş etrafa, alışveriş için gelip giden insanlar, aylaklar, miskinler sekilerde, alçak sandalyelerde oturup, gevezelik ediyorlarmış. Bir köşede küçük bir dükkândan, avludaki bu insanlara sürekli içecek birşeyler dağıtılıyormuş. Dükkanın yakınına gitmiş bakmış meraklı gözlerle içeriye doğru. Bir köşedeki çuvaldan aldıkları yeşil renkli çekirdekleri önce kavurup sonra ortası çukur bir taş içinde ezip toz hale getiriyorlar, sonra su dolu küçük kaplarda köz ateş üstünde pişiriyorlarmış. Hava tanımadığı bu kekremsi, gizemli kokuyla tütsülenmiş adeta o avluda. O da oturmuş bir sekiye etrafındakileri izlemeye başlamış çaktırmadan, belki bir yol erbabına denk gelirim gibisinden. Bakmış hemen yandaki sekide uzun oturan korsan tipli esmer bir denizci var. Tam laf atacakken adam inler, acıklı bir ses tonu ile yanındaki kadına “Celdal.. hazır ayaktayken bir kahve söylesene.. arakının yanına, hadi be Celdal..” demiş. Bizim Marco girişken çocuk hemen fırsattan istifade “efendim, şu küçük kaplarda içilen şey nedir diye merak ediyordum. İstediğiniz şey o mudur yoksa?" diye sormuş. Esmer adam, şöyle bir bakmış yarı uzandığı yerden “yaa nası anlatayım ben sana şimdi.. işte bişeyler, bişeyler... Celdal.. sen anlatsana şunu” diye kadına seslenmiş yeniden. Latif kadın da anlatmış içilen şeyin ne olduğunu detaylarıyla, ismine kahve dendiğini, kırk yıl hatırı olduğunu da belirtmiş. Marco kahvenin hikayesini dinledikten sonra kendisine de okkalı acı bir tane söylemiş, az önce öğrendiği gibi.. Yudumlamış bu yeni tadı, bitirince gülümsemiş kadına telveli dişleriyle teşekkür babında. Kadın su içmesini işaret etmiş kibarca.. “bu mereti de götürmek lazım memlekete, böyle dükkanlar açar satarız, para eder muhakkak. Tanrı euro be Marco dedi bir kere” diye geçirmiş içinden. Ağzı kulaklarda “hakketten zihin açıyormuş bu meret anlatıldığı gibi, bak kafa zehir gibi çalışmaya başladı” diye düşünmüş "evet, evet" demiş yüksek sesle "Eurro be Marco!. Kim tutar seni". İşte o sırada bir melodi dokunur olmuş kulaklarına derinden, derinden. Flüt dese değil.. borazan dese... değil. Korno? Alakası yok... Merak etmiş “nedir bu ses, kimdir bunu çalan?” diye sormuş esmer adama dönüp. “Ney?” demiş esmer adam, sonra “haa! o mu” demiş.. yaa üff yaa, işte bişeyler bişeyler” demiş “en iyisi sen melodiyi takip et, kulağının götürdüğü yere git koçum.. bulursun işte bi şekilde.. yorma beni” diye eklemiş. Marco takip etmiş sesi, ses yukarılardan geliyormuş sanki. Bu hanın üst katının da olduğunu o zaman farketmiş. Merdivenleri bulup çıkmış, koridorları yürümüş sesin peşinden ve nihayetinde de alçak bir kapının önüne gelmiş. Eğilip bakmış kapıdan içeriye. Beş-altı kişi oturmuş gâh müziğe eşlik eder, gâh sohbet eder eyleşip dururmuş. Elinde sesin çıktığını tahmin ettiği delikli kamışı tutan adam, buyur etmiş bu meraklı delikanlıyı içeri, oturması için yer göstermiş. Marco katılınca aralarına merak etmişler buralardan olmadığı hissedilen bu delikanlıya “Kimsin, kimlerdensin?” diye sormuşlar. Polo'ların Marco’yum ben demiş bizimkisi odadakilere ve anlatmış hikâyesini bir çırpıda. Sonrasında ben anlattım kendimi “peki sizler kimsininiz?” diye sormuş. Bir sessizlik olmuş kısasından, akabinde “diyelim ki hiç kimseyiz, varsayalım ki herkesiz” demiş uzun dalgalı saçlı, sol elinde bir kamış kalem ile önündeki parşömene süslü yazılar yazan zat, gülen yüzüyle. Ve eklemiş benim adım Solak Hattat’tır. Ardından diğerlerini de tanıştırmak için diğerlerine doğru dönmüş; bu yanımdaki zatı muhterem Hippi Efendi’dir derken, efendi elinde delikli kamışı tutan kişiye “içtin isliyi, çaldın hisliyi be baroncum” demiş. Solak Hattat devam etmiş kaldığı yerden “o sesine düştüğün enstrümanın da üstadına biz aramızda Baron von Flügel deriz” diye devam etmiş. Karşıda oturup nerden çıktı bu zıpır dercesine ona bakıp, dudak büken kişiyi de Pasha olarak tanıştırmış. Marco biraz çekinmiş müşkülpesent olduğu hissedilen bu adamdan. Laubali olmamaya özen göstermiş. Sıra köşedeki zata geldiğinde Hattat, bu arkadaşımız da Incognitus’tur demiş. “Aa! Siz latin misiniz yoksa?” demiş Marco heyecanla adını duyunca. “tchıck!”  demiş Hippi Efendi yandan, “değil...”

Marco bakmışki bu adamlar yol yordam bilen kişilere benzerler. Bir şeyler öğrenmenin gayretiyle dalmış söze bodoslama; “saygıdeğer beyler müziğin peşine düştüm sizle karşılaştım, lakin beni asıl buraya getiren aslında bir hülyanın peşine düşmüşlüğümdür, bilir misiniz?” Hippi Efendi tek kaşı kaldırmış eee? dercesine. Demiş “yola düştüm, çünkü bir düşün peşindeyim”. Solak Hattat “hmmm.. bak sen” demiş. “Yoldan dönmem de pek mümkün değil artık efendiler, yemin ettim çünkü.” “Allah büyük” demiş Pasha... “Yol ararım, yordam sorarım erbabından” diye sürdürmüş konuşmasını Marco. “Hayırlısı be hafız” demiş Baron da... Herkes bir ecnebiden beklenmeyen haller, tavırlar diye geçiriyormuş içinden, ama du bakalım demeye kalmadan bizim delikanlı sesini biraz daha yükselterek devam etmiş sözlerine “Parlak, çok para kazandıracak bir kumaşın peşine düştüm beyler...” demiş “lakin adı gelmiyor aklıma şimdi, hay allah neydi?.. ama eminim guaranti siz biliyorsunuzdur... Siz yol erbabı kişilere benzersiniz, eğer bir mahsuru yoksa sizlerden ona giden yolu da öğrenmek isterim.. Mihmandar olun, para kazanalım, şan şöhret içinde yaşayalım hep beraber, ne dersiniz?” Mecliste ışıldayan gözlerin feri sönüvermiş bir an için, “anladık demişler” başlarını hafifçe sallayarak. Sonra Solak Hattat konuşmaya başlamış aralarından ve demiş ki: “Yolculuk, yol.. bizi hep heyecanlandırmıştır delikanlı.. biz de yola sevdalıyızdır senin gibi, üstelik oturduğumuz yerden de yolculuk etmeyi severiz... senin yolunu da biliriz elbet.. çok giden olmuştur tanıdıklarımızdan o yola.. yoldur çünkü gidilir... gidene niye gidiyorsun demeyiz, dönene de niye döndün diye sormayız... var git yoluna, yol akla düştümü bir kere, ayaklar duramaz olur yerinde...” Kısa bir sessizlikten sonra sözü Baron almış bu kez; “bizim yolumuz pek akla da düşmemiştir aslına bakarsan be hafız" demiş, "de daha çok gönüle düşmüştür, yanlışmıyım..." Evet dercesine bakmışlar Baron'a diğerleri. "Bu yüzden biz de yolcuyuz senin gibi delikanlı haklısın, yol'a düşkünüz. Ama düştüğümüz yol aynı yol değil”... “Bir düşün peşine düştüm deyince, heyecanlanmıştık be delikanlı...” demiş incognitus köşeden köşeden. “Yola düşmeyi severiz Baron'un dediği gibi, yolda düşmeyi de düşeyazmayı da marifetten sayarız üstüne üslük” demiş... Ne dendiğini anlamaya çalışırken bizimkisi, geniş bir avuç omuzunu kavramış.. Bakmış yanında oturduğu Hippi Efendi'nin elidir omuzundaki; “sadedine gelelim senin delikanlı.. o adını unuttuğun kumaşın adı ipektir” demiş. "Hani sizin “silk” diye bildiğiniz. Merak edip, öğrenmek istediğin yolun adı ise İpek Yoludur. Senin anlayacağın senin gideceğin yol silk’tir delikanlı.. Yolundan alakoymayalım biz seni, gidecek yolun var daha. Silk'tir git o yola! en hayırlısı” Herkes bi duraksamış önce, sonra basmışlar kahkahayı. Marco da pek bir keyiflenmiş yolun adını öğrenince, o da katılmış kahkahalara... Pashaa seslenmiş ordan, “lagalugayı bırakalım da lagavuline bakalım efendiler. Kalmış mı şişede?” “Olmamı hiç” demiş Hippi Efendi şişenin başında.  

Üç latif kadın girmiş içeri o sırada, "keyfiniz daim olsun efendiler" demiş içlerinden biri, belli ki tanışırlarmış bu kişilerle bu kadınlar. Şöyle bir bakmışlar delikanlıya kim bu gibilerinden. Bunu farkeden Marco hemen tanıtmış kendini kibarca. Bir tüccar namzeti olduğundan, para kazanma hevesinden, ipek kervanlarının yolunu öğrenmek için buraya geldiğinden bahsedivermiş. Acır gözlerle bakmış portakal saçlı olan latife “Aman dikkat et delikanlı" demiş "para kazanayım derken, paradigmanı kaybetmeyesin sakın”. “mi scuzi, anlayamadım?” demiş, Marco. “Boşver belki sonra anlarsın” demiş kadın. Akabinde dönmüş odadakilere “biz agorada dolanırken acıktık söğüş yemeğe gideceğiz, ister misiniz diye sormaya gelmiş idik” demiş. Yanındaki uzun kızıl saçlı olan latife, “aa istenmez mi ayol!” diyerek şen bir kahkaha atmış. Siyah saçlı olan diğer latife ise “aslına bakarsanız hangi acıdan istersiniz diye sormaya gelmiştik. Turşu biber mi, ince biber mi, yoksa pul biber mi?” demiş... Pasha söylenircesine; “hepsi aynı anda olamaz diye kanun mu çıkartmış deyyuslar” demiş. İncognitus “mantıklı” diye katılmış, Hattat “yok daha neler, nöbetçiler!” diye bağırmış. Hep bir ağızdan siparişler verilirken Marco kendini memleketinde zannetmiş bir an. İncognitus “benimki peynirli olabilir mi acaba?” diye aradan soracak olmuş, ortam birden sessizleşmiş. Bakmış ki bakışlar keskin diğerlerinde “şakka len şaka” deyip çevirmiş kazı.

Hippi Efendi; “siparişler bittiyse şu yanındaki kitaroya bi uzanıp veriver be Baroncum, aklıma bir iki melodi geldi delikanlı sayesinde, sövüşler gelene kadar tıngırdayalım mı beraber?” demiş...


Marco oradan ayrılırken kafası gerçekten yediği sövüş gibi biraz karışıkmış. Yolu öğrenmiş ama yordamından pek emin değilmiş artık. “Neyse” demiş “elbet bir gün yarın olacak, gerekirse yeniden iyice sorup soruştururum yolu...”

27 Ağustos 2013 Salı

AKDENİZ DAYANIŞMA KAMPI İÇİN MİNİK BİR ÖYKÜ.


‘Bu topraklarda birçok şey olup bitiyordu ve ben olan biteni TV’ den izliyordum. 
Yıllar boyu aydınlar, gazeteciler, öğrenciler, sıradan insanlar öldürülüyor ya da hapse tıkılıyordu. Toplum mühendisleri, kendi sistemlerine uygun bir toplum inşa ediyordu. Kürt, alevi, sosyalist, eşcinsel, gayrimüslim, ateist ya da dindar; sistem, öğütemediği her bireyi düşman ilan ediyordu. Kadınlar eziliyor, horlanıyor, öldürülüyordu. Doğa, talan ediliyordu ve ben bunları onların uygun gördüğü ve izin verdiği kadarı ile TV’den izliyordum. Sonra gidip reklamlarda gördüğüm ürünleri satın alıyordum ve sistemi yeniden besliyordum. Aslında olana bitene çok kızıyordum ama karşı çıkacak gücü kendimde bulamıyor, hep bir süper kahramanın gelip bunları düzeltmesini bekliyordum. Ve yine sessiz kalıyordum, çünkü sonuçta ben, Kürt, alevi, sosyalist, eşcinsel, gayrimüslim, ateist, dindar ya da kadın değildim.
İnsanlar sokaklara çıkıp yürüyordu, insanlar gaza boğuluyordu. Ben yine TV başındaydım. Ve gaz öyle yoğundu ki, artık penceremden oturma odamın içine sızıyor, gözlerim yanıyordu. İşte o gazla ilk defa ben de televizyonu kapattım ve sokağa çıktım. Benim gibi sıradan insanların arasına karıştım. İlk birkaç ürkek adımdan sonra korku eşiğini aşıverdim. Yürüyüşüm değişti. Başı ve sonu gözükmeyen insan kalabalığına baktım, bir şeyleri değiştirmesini beklediğim süper kahraman buydu işte. Omuz omuza vermiş kararlı, vicdanlı, sıradan insanların dayanışması.
Ezberlediğim her şey tepetaklak olmuştu. Benden çok uzak olduğunu düşündüğüm bir sürü ‘öteki’ ile ne kadar yakın olabildiğimi gördüm. Tam teçhizatlı bir teröre karşı, bedeninden ve direnme iradesinden başka hiçbir şeyi olmayan insanların, hiç tanımadıkları insanların yardımına nasıl çıkarsız koştuklarını gördüm.
Güzel abiler, ablalar vardı. Başka bir hayatın mümkün olduğunu söylüyor, altı yıldan beri ‘Alternatif yaşamın demosu’ dedikleri bir festivali var ediyorlardı. Beni de çok çağırmışlardı ama hiç gidememiştim. Tam ‘bu sene’ diyordum ki, o festivalin bittiğini, daha doğrusu başka bir şekle dönüştüğünü öğrendim. Adı da ‘Akdeniz dayanışma Kampı’ olacakmış. Kesinlikle orada olmak istiyorum. Hem sokaklarda, parklarda, barikatlarda yaşanan o dayanışma ve direniş duygusunun gelip geçen bir rüzgâr olmadığını görmek, hem bundan sonra neler yapabileceğim konusunda kafamdaki sorulara cevaplar bulmak, hem de yalnız olmadığımı hissetmek ve yeni dostlar bulmak için. Ve belki biraz da müzik ve deniz… Bu kadar tazyikli su ve biber gazı deneyiminden sonra rahatlatıcı olabilir. 6-7-8 Eylül’de Foça’dayım.’

7 Mart 2013 Perşembe

Kıldan Tüyden Hikâyeler


O sabah evin içinde soğuk rüzgârlar esiyordu, anlaşılan balkon kapısı yine açık kalmıştı. Kapı arasından salona dolan rüzgârın etkisiyle pamukçuklar, tüyler, toz topakları arasında sanki kıyasıya bir yarış yaşanıyordu. Mobilyaların ayakları arasındaki zorlu bir parkurda, daha kaç tur kaldığını bilmeden. Bitiş çizgisi neredeydi? Bu rallinin bir ‘spansır’ı var mıydı? Yoksa spansır sırra kadem basıp, desteği çoktan çekmiş miydi? Bir tüy topağının zihni bu sorularla niye iştigal ediyordu ki? Hem de bu koşturmacanın içinde.

Zihni gevezelikten hiç vazgeçmezdi zaten. Ben sıradan bir tüy yumağıyım diye düşünmeyi sürdürdü. Bana ne yarıştan, finişten.  Bir keresinde sobanın yakınında takılırken bir tahta parçasıyla sohbeti sırasında "Biraz kıl, biraz tüy ben buyum işte" demişti, yine onu hatırladı. Evin içinde dolanmayı severdi zaten, sağa sola takılır onla bunla lak lak ederdi. Bir ara sehpanın altına takıldığı zamanlarda, yere düşen bir kitapla da uzun sohbetler etmişti. Kitap ne çok şey anlatmıştı, hayatın bir yarış olarak algılandığı, yaşayanların da bu yarışın gönüllü yarışçıları olarak biteviye yarıştığıyla ilgili. “Ne zaman ki yarıştan sıkıldın, telaştan usandın sakin bir yer bul kendine" demişti, "sessizce otur, içine bak.” Sanırım bu bir tüy topağı için pek ilgi çekici değildi, içi boştu çünkü. İçine baksa göreceği hepi topu boşlukta bir araya gelen tüylerin birbirine bağlanması sonucu ortaya çıkan çerçevelenmiş küçük boşluklardı. “Buyur içime baktım, boşluk gördüm” dedi kendi kendine. “Bunu görmek pek de zor olmadı üstelik. Gerçi şu an sessizce oturduğum söylenemez, aksine deli gibi de savruluyorum. Ama içime bakabiliyorum bu halde de, üstelik bu konuda yetenekli sayıyorum kendimi.” deyip sırıttı.

Aniden müthiş bir baskı hissetti üstünde, kapkaranlık oldu her yer. Ne yarış kaldı, ne de varış. Milim kıpırdatamaz oldu kendini, bir kılını bile. Bir anda... Ne bir acı, ne bir haz. Öylece kaldı karanlığın içinde. Sanki birden herşey üstüne o da içine çökmüştü. Bekledi biraz o halde... Bekledi... Bekledi... Beklemekten sıkıldı. Sıkılmaktan sıkıldı. Sıkılmaktan sıkılıyor olmaktan da sıkıldı. Artık eh içime bakayım bari diye düşündü. Baktı, yine boşluk gördü, bu kez daha yoğunlaşmıştı sadece, yoğun boşluk. "Hah, saçma!" dedi sessizliğine. Sessizlik de canını sıkmaya başlamıştı artık. İlgisini sessizliğe yöneltti bu kez. Sessizlik... Fırsat bu fırsat, “bakayım bakalım şu sessizlikte ne keramet varmış” dedi. Gürültülü zihni sessizlikle iletişim kuramıyordu bir türlü; soru sorsa cevap alamıyor, kulak kabartsa sessizlik ne fısıldıyor, ne de bağırıyordu. Doğası gereği sessizlikten aksini beklemek de mantıksızdı. Durum açmazlar salonuna açılan kapı gibiydi. O zaman boşluğa bir şey görmek niyetiyle bakarsan da kapı aynı salona açılacaktı. "Kendine bakmaya hevesliysen muhtemelen daha çok kapı göreceksin bunlar gibi dedi düşünce. 'Sihir Tiyatrosu'nun koridorunu hatırla. Hesseli Harikalar Kumpanyası... " Çıkamadı işin içinden. "Uçtun yine bir uçurtmanın kuyruğunda a aklım" dedi, sustu...

Ne kadar sürdü bilemiyordu, tüy topağının zaman kavramı pek yoktu. Üstündeki, içindeki ağırlık yavaş yavaş azalmaya, ağırlık azaldıkça o genişlemeye başladı. Önceki halinden biraz daha ağır hissediyordu kendini bu kez, olsundu. Ortam aydınlanmaya başladığında farketti kedinin patisinin altında kalmış olduğunu. Kedi ona av muamelesini yapmıştı anlaşılan. Rüzgâr, baskının etkisiyle yoğunlaşan kütlesine eskisi kadar tesir etmiyordu artık, savrulması kesilmişti. Diğerleri yarışa devam etse de, bu zorunlu pit stop iyi gelmişti ona. Yavaştan tribüne sıvışmak zamanıydı şimdi. Esen yele yasladı sırtını, usul usul süpürgeliğin kenarına doğru, güneşe nazır bir yer edindi kendine, mis... Düşündüklerini bir daha düşündü, tribünden izlerken yarışı, yarışçılara baktı dudak bükerek, “fazla şişinmesen iyi edersin" dedi düşünce, "şişindikçe boşluk artıyor, hafifliyorsun. Sonra kendini rüzgârın önünde yarışta buluverirsin. Ağır ol, molla desinler..." "Sen de az mola ver de güneşin tadını çıkarayım" diye kendine kendine konuşmaya devam etti. "Hem" dedi "belki rüzgâra bırakmalı her şeyi. Rüzgâra güven, yekeyi bırak, en uzak sahile nasıl varırsın yoksa. Süpürgeliğin kenarında bir ömür en nihayetinde seni çöpe götürecek süpürgeyi beklemektir, terket konfor alanını...” 

Soğuk rüzgâr yerini yavaş yavaş ılık bir melteme terketmeye başlamıştı. Salondaki yarış da rüzgârın hız kesmesiyle kendiliğinden sonlanmıştı zaten. Herkes bulunduğu yere ağırlaşırken, gökyüzünden daha önce hiç hissetmediği bir şeylerin düşmeye başladığını farketti. Ne kadar dikkatli baksa da üstündeki boşluğa, bir şey göremiyordu; ama bir şeyler yağıyordu işte, hissediyordu bunu. İçindeki boşluk da ılıklaşmaya başladı sanki havayla birlikte. Omuzuna bir şey dokundu geçti, sıcacık. İrkildi “hey!” diye seslendi boşluğa. “Kim var orada?” Bekledi biraz cevap gelir diye. Sonra yeniden, bu kez kolunu sıyırdı geçti. “Heeey!” diye yükseltti sesini. Kulak kabarttı boşluğa bir şey duyma ümidiyle. Yukarıdan “şşşt” diye bir ses geldi, ürperdi “hadi hayırlısı” diye gevşetmeye çalıştı kendini. Yukarıya doğru baktı çekinerek, saksıdaki benjamin tepesinden kaşlarını çatmış bakıyor buna. “Sessiz ol biraz, bağırıp durma saksımın dibinde, yaygaracı. Zaten yılda topu topu üç kez oluyor ” dedi. “Üç kere mi, ne oluyor, niye oluyor?” diye sıraladı soruları merak ve telaş içinde. “Evet üç kere oluyor, yani düşüyor.. Bu farkettiğin üçüncüsü, Cemre'dir adı." dedi. "Kiim?" diye sordu bizimkisi. "Şşşşş, toprağa düşüyor şu an” dedi “Sessiz ol da,  anın keyfini çıkaralım... ”

Salonun kıdemli bilgelerindendi Benjamin. Bünyamin Dede de derlerdi ona bazı eşyalar. Yaşlı olduğundan değil de, vakarından daha çok. Salonun eskilerindendi, taaa ilk zamanlarından. Gencecikti geldiğinde, şimdi artık orta yaşlarını sürüyordu nispeten.“Cemre mi? O ne ki?” diye sormaya devam etti tüy topağı. “İçindeki ılıklığın sebebi” dedi Benjamin. “Heee” dedi anlamış gibi topak. “Hava uyandı, su uyandı uzun kış uykusundan. Şimdi o ılık buse toprağın yanağına konduruluyor, tatlı tatlı uyansın diye.” diyerek açıklamaya çalıştı topağa durumu. “Uyanınca ne olacak ki?” diye sordu topak. “Hayat yeniden doğacak kendisinden, bereket olacak. Bu hep böyle sürüp gidecek, gün gelecek belki yeniden derin, uzun uykusuna dalacak. Sonra belki tekrardan başlayacak her şey. Kim bilebilir?..”

“Bu Bünyamin de ‘dede dede’ konuşmayı pek seviyor” diye geçirdi içinden. Tüy topağı sırtını yaslarken süpürgeliğe, ufka daldı bakışları “şöyle ılık bir rüzgâr esse de, versem sırtımı rüzgâra” dedi... Kulunçlarıma iyi gelir mi acaba? Ilık ılık”.

6 Mart 2013, Kordelya (Edit: 5 Mart 2015)

4 Mart 2013 Pazartesi



TROMPET LANETİ veyahut KÖKLÜ BİR AİLENİN BİR NEFESTE ÇÖKÜŞÜ
Al takke ver külah çevirerek günümüze uyarlayan
Tansu M. Gülaydın

‘Ne ağlarsın benim zülfü siyahım, bu da gelir, bu da geçer ağlama.’ Bu ezgiyi dört (4) yaşında, önünde nota olmadan, hatta nota bilmeden çıkarttığında, dedesi Borazancıbaşı Celil Bey, trompet aletinde peşrev olmaz diyerek konuyu geçiştirivermişti. Celil Bey, aileye ikinci bir trompetçinin gelişini müjdeleyen bu icrayı görmezden gelerek, torunu Ergin’i oyun dışı bırakmaya çalışıyordu, ama, nafile.

Aile dededen trompetçiydi. Celil Bey’in babası da, trompet vasıtası ile hayat gailesinden kurtulma çabaları içine girmiş, cep harçlığından artırarak aldığı bu (resimde görülen) eski posteri odasının duvarına asmıştı. O dönemde, ‘Duvarda bir trompet asılıysa, o trompet elbet birgün öter’ sözünü şiar edinmiş, gerçek bir trompeti eline alacağı günü heyecanla beklemeye başlamıştı. Nitekim, günler aylar sonra beklenen an gelmiş, binbir zorlukla alınan trompet, dedenin ellerinde nefes bulmuştu. Kendisi trompetine kavuştuğu günü şöyle nakleder:

‘Sabah namazını müteakip, annemin hazırladığı tahin pekmezli kahvaltıyı henüz tamamlamıştım. Babam, bendeki heyecanı farketmiş olacak ki, kahvaltıdan hışımla kalktı.’ Hanım’, diye seslendi. Biz bu oğlanı, sokaklarda borazan çalsın diye mi büyüttük, ailede bir kişinin nefesli çalması kafidir. Yaylılara, vurmalılara niçün meyletmiyor bu mazarat, düşün ki, bundaki meyil, sonraki nesillere de sirayet edecek, aile hepten borazancı kalacak, ben isteyerek mi çalıyorum bu mereti, bana da babamdan kalmış bu istidat. DNA’mıza işlemiş bu lekeyi bir yerde kırmak lazım gelir. Hanım, sana son kez söylüyorum, ya bu evlad bu sevdadan vazgeçer veyahut ben bundan sonraki ömrümü Çelik Üçgen çalarak geçiririm, diyerek kapıyı çarptı çıktı. Senelerdir trompet çalarak aileyi geçindiren babamın, bir anda vurmalılara geçme kararı alması, hele hele bu kararın Çelik Üçgen enstrumanında vücud bulması  aile için büyük bir risk idi. Annem blöfü gördü. Beni trompet sevdasından vazgeçirmeye çalıştı ama, nafile. Babam, sonraki günlerini Çelik Üçgen çalarak, nice büyük eserin içinde, kimi zaman bir ‘tinnnn’, kimi zaman sadece bir ‘minnn’sesi çıkararak, içindeki sanatçı kişiliği yaşadığı topluma transfer edemeden öldü.’
Babasının silik bir kişilik olarak bu dünyadan göçüp gitmesi travmatik bir etki yaratmıştı Celil Bey’de. Trompet ile harikalar yaratacak potansiyeli olmasına karşın, kendi oğlunu (Ergin’in babası) mahalledeki sobacının yanına çırak verdi. Ailenin üzerine kara bir nefes gibi çökmüş olan nefesli lanetini kırmıştı kendisine göre ama, gensel aktarım mola vermeyecekti. İstidat, bu kez toruna nakil olacak, velhasıl, kabus bitmeyecekti. Aile tarihine kazınmış bu kader yıllarca kahretti Celil Bey’i. Sigara üstüne sigara tüketti senelerce. Yakalandığı KOAH hastalığı, Celil Bey’i bir süre trompet meretinden uzak tuttu ama, asri tıbbın bütün imkanları kullanılarak yapılan tedavi müsbet netice verdi. Sobacıya çırak olarak verilen oğul, ve onun oğlu Ergin, Celil Bey’in kimi zaman mahalle düğünlerinde, kimi zaman Ajda Pekkan’ın arkasında, kimi zaman İstanbul Gelişim Orkestrası’nda, kimi zaman Montreal Caz festivallerinde trompet çalarak kazandığı paralarla büyütüldü. Sanatla geçen yıllara rağmen Celil Bey, ailenin üzerindeki bu kara nefesten her an rahatsız olmuş, babadan oğula geçen bu istidatın hiç olmazsa bu torunda (Ergin’de) vücud bulmamasını istemişti, ama, nafile. İşte, Ergin de bir nefeste, daha önce duyması mümkün olmayan bir ezgiyi bir batında çıkarıvermiş, lanetin sürdüğü gerçeğini Celil Bey’in yorgun yüzüne şaklatıvermişti.
Aileden gizleyerek katıldığı okul bandosunda kısa sürede sivrilmişti Ergin. Basit ritmler, ‘Beş para ver beş para ver, beş para yoksa on para ver’ dünyası kesmiyordu Ergin’i. Bir 23 Nisan günü, çocukların başbakan koltuğuna oturması misali kendisine tanınan, ‘Eric Truffaz yerine Babylon’da konser verme’ fırsatını iyi değerlendirdi. Konserde sergilediği emprovize girişimler, 8-10 yaş arasındaki seyirciyi, ‘Bir tünyaa birakin, biz cucuklaaara’ seviyesinden ‘Traumatic Times vs. Trumpethic Sessions’ seviyesine savuruvermiş, Ergin’e, hayranlarıyla birlikte büyüyen ilk trompetçi unvanını kazandırmıştı.
Trompetçi Ergin Karabulut bugün, aile üzerindeki bu lanetten kurtulma gayreti içinde yaşamını sürdürüyor. Ergin Karabulut, Ney enstrumanına yönelerek aileiçi gensel aktarıma son vereceğini düşünüyor, ama, nafile.
KOKOREÇ (cockroach) PARTİSİ  ve düşündürdükleri...
( İnsanlık Tarihi üzerine naif çiziktirmeler )

                                           


                                                                       “kulaktan dogma bilgi öldürür” --  Virgilius


23 Temmuz 2011 gecesi, saat 02:43te Paşa’nın malikanesi önünde füme rengi bir ford fiesta durur. Araç içinde ki 4 kişiden ikisi inerek huzura çıkarlar. Ancak, yalnızca ziyaret saati değil süresi  de gariptir; yalnızca 4 dakika...  bu konuya döneceğimi belirtip, bunun yalnızca bir girizgah olduğunu söyleyeyim.
*********
Biliyorsunuz İncognito’nun da sosyal medyada duyurduğu gibi  (Faceb.//http,36449595-35), bu yıl Kokoreç Partisinin 9. su (dokuzuncusu) idrak edilecek... hayırlara vesile olsun, hayır bir şey dediğimiz yok... aksırıncaya kadar tıksırıncaya kadar yiyiniz efendim, memlekette demokrasi var. En tabii hakkınız bu. Tüyü bitmemiş yetim parkta yatarmış, ne gam...  yiyin efendiler yiyin -- (N.Hicmet-Run DMC).
    Hazır maksat hasıl olmuşken,  sizlere şimdi nasıl bir entrikanın içinde olduğunuzu belgeleri ile ispatlayacağım. Evet 9. Dokuz nedir dokuz ? en nihayetinde bir doğal sayı, değil mi ? masum, tek basamaklı, asal, yasal bir çoğul eki belki de... ahaha ama hiç de öyle değil... Neden mi, şimdi sıkı durun: bu yıl Rock-A festivalinin kaçıncısı yapılacak ? efendim ? sesleri duyar gibiyim; yedi, yedi !...  heyhat, siz onu benim kasketime anlatınız. Yedi ha ... yemezler efendim ... işte açıklıyorum, bu yıl  Rock-A’nın da 9.su düzenlenecek...  evet evet, yanlış duymadınız, yazıyla dokuz (9)... peki bu nasıl oluyor canım efendim... şöyle oluyor güzel kardeşim, gençlerin yılışık bir biçimde eğlenmeye çalıştıkları o yozlaşmış  panayır aslında 2005 yılında başlamış olup, ilk ikisi halka kapalı yapılmıştır. Yaaaa , şaşırdınız değil mi ... evet peki neden halka kapalıydı, ve halka kapalı olan bu “etkinlik” kimlere açıktı ? onu omzu kalabalık olanlara sormak lazım ama, onların çeneleri  apoletleri  kadar şakımaz.  Ha onlar şakımaz da biz susar mıyız. Hayır! Bin kere hayır ! ... 2005 yılı ağustosunda Fethiye’nin Kürkbükü koyunda demirli olan  “Anatolian Treasure” adlı ultra lüks yatta, amerikalı milyarder işadamları ve mossad generalleri ile kimler scoth whisky  tokuşturmuş sorarım ! bazı gitarzenlerimiz o gece özel olarak dalaman havalimanından özel otolarla alınıp, yata servis edilmemişler midir ? o gece eşlerinin alelacele ortadan kaybolmasına anlam veremeyen kimi lojman sakini hanımlar, tereddütte kalmamışlar mıdır ? yaaa, daha anlatayım mı ...   
    İkincisi 18 ağustos 2006’da Dikili’de yine aynı adlı yatta yapılan ve geceli gündüzlü 3 gün süren  bu maskeli balolarda vatan toprağı masaya yatırılmamış mıdır? Silah tüccarları ile komprador burjuvazinin uşakları kolkola “kollara bastı” oynamamışlar mıdır ? biliyorum şimdi kimileriniz ayağına basılmış gibi irkilecekler. Yo yo, hepinizi  itham etmiyorum, iyi niyetli , kavruk lojman çocuklarını tenzih ederim. Ama onlar da bilmeliler ki, bu sosyal faaliyetler hiç de öyle saf birer libido deşarjı değildir.

    KOKOREÇ+ROCK-A = DEJENERE GENÇLİK
    Evet işte böyle aziz Karşıyaka Çocuğu. O yatlarda milyarderlerle karides lüpleten bazı zevat, sizi mangalda sardalya ile geçiştiriyor. Açık konuşuyorum, çetenin tümünü deşifre edemedim ama şunu bilin ki, masum değiliz hiç birimiz. Peki,  İlk iki yılı pilot olmak üzere, ege kıyılarında uygulanan bu festival adı altındaki panayırın kokoreç  (cockroach) partisi ile ilgisi nedir derseniz, siz hiç o gecelerde lojmanın arka bahçesinde ki nahoş ortamda, karanlık bazı tiplerin gelip, paşanın omzu üzerinden eğilip bıyıklarını burarak bir şeyler fısıldadığını görmediniz mi ? paşanın da bu sözlere kah başını aşağı yukarı , kah da sağa sola sallayarak karşılık verdiğini hangi temiz vicdanlı karşıyaka çocuğu inkar edebilir. Hiç kedi sevmeyen o omzu kalabalık, neden o gecelerde kucağında sürekli duman rengi bir kedi ile görülür... ahahaaa evet kalkan kaşları görür gibiyim... duman rengi... yani sis gibi, pus gibi, alacakaranlık gibi... dumanlı havayı kim sevmez !  ya o mualla'yı sandala atıp. ruhumda hicranın'ı söyletme hikayesi ... geç bunları anam babam, geç bir kalem...  kim ne derse desin, bu iki faaliyet birbiriyle sıkıfıkı bir ilişki içinde olan bir çete tarafından organize edilmekte, amerikadan fonlanıp, golan tepelerinde rektifiye edilip, egenin , karşıyakanın temiz delikanlı ve genç kızlarına “ücretsiz” adı altıda servis edilmektedir.  Evet, klanın kimi kalemşörleri de işin içindedir. Kimi uyuşturucu “Baron”ları, Terra İncognito prensleri, dişi militanlar, şöhretin büyüsüne kapılmış biçare davulcular, kılıç yutanlar, ateş kusanlar... daha söyleyim mi ha !  hahaaaa ...  sözüm ona mevlevi kisvesi ve sikkesine meyledenler önce bir aynaya baksınlar. Ya bazı hattatlara ne demeli, masaüstü yayıncılık adı altında gençliği “ayaküstü” yayıncılıkla zehirleyenler, “Cosette” adı altında sefilleri oynayanlar,  Holy (huly) Mother’lar. Habiş ruhlar, kedoşlar ve minnoşları hiç saymıyorum...  suça ortaksınız ! mahkemeyi kübrada görüşeceğiz sizinle... Amerikanın Neo-Can’ları  ile, “Gelin Neo-Canlar bir Olalım” konferansları  tertip edenler kimlerdir ? herhalde tüyü bitmemiş yetimler değil, gözü doymayan  bir kısım zevat... “apoletler şıkırdayınca bülbül susar” ata sözünü hangi birimiz duymamışızdır ? daha söliim mi haa ? ahahahahaa ... o konakta, kara kaplı defterlerde arkadaşının isminin üstü çizilirken el ovuşturanlar kimlerdir, buna bir bakmak lazımdır. Yine o konakta, yılbaşı gecelerinde,arka taraftaki  ikna odalarına alınıp, göz yaşları içinde dışarı çıkan halide edip’lerimiz kimlerdir, açıklansın ! nerden geldiği güya bilinmeyen johnny walker’lar su gibi gecenin koynuna akarken o konağın müçtemilatında hangi öksüzler  kandil ışığında istikbale aşık olmaktadırlar, bunlar da açıklansın ! yaş günü adı altında düzenlenen o kokteyllerde imalı bakışların, göz süzmelerin, eda ve işvenin yeri nedir, ifşa edilsin ! daha söliim mi ha ? hahahaaa...
    Ne oldu şaşırmış gibisiniz, hani bu çocuk süt dökmüş kediydi, hani yere bakan yürek yakan, hani vur ensesineydi al lokması, yaaa gördünüz mü, kahramanın koyunu sonra çıkar oyunu... siz beni o partilere çağırmayın, sonra oooh çalsın sazlar oynasın kızlar... yok öyle yağma, kulaktan dogma.sanıyorsunuz ki, ne ben farkındayım ne de  Polis farkında... ispiyonlandınız kıtipiyozlar, kıpti vezirler, tığnetsiz tecessüm fukaraları... bu yazının bir nüshası karşıyaka kaymakamlığına bir nüshası ise moskovalı yoldaşlara mail olarak yollanmış olup, canıma ya da malıma karşı en küçük bir tecavüzde, gerekli zinde güçler harekete geçecektir. Gece yarısı genelkurmayın ışıklarını yaktırtmayın bana şimdi...  hahaaaaaaa...

Bir Ghost

1 Ocak 2013 Salı

Bilinçler altında yirmi bin timsah.
Kaptan Pilot Ergin ( Baron von Flügel), seferden dönmenin ve sevdiceği Nalan'la (Hülya Koçyiğit) buluşacak olmanın tatlı heyecanı içinde Yeşilköy Hava Limanı'nın önündeki şipşakçıya poz verirken gülümsüyordu. Ama fotoğraf tab edildiğinde, yanbaşında siyah beyaz bir görüntü olduğunu hayretle müşahade etti. Dikkatle bakınca hatırlamaya başladı. Bu şahıs, geçmişte zaman zaman rüyalarına girip onun biliçaltını hallaç pamuğu gibi atan Aksakallı Dede'ydi. Rüyalardan birinde Dede, işin bokunu çıkarıp Ergin'in mesleki kariyeri konusundaki manipülasyonlarını abartınca aralarında çıkan tartışma kısa sürede kavgaya dönüşmüş, Ergin,  Dede'ye fena halde girişmiş ve onu tekme tokat rüyasından kovmuştu.
Darp olayı polisin dikkatinden kaçmamıştı.  Ergin, mahalle karakolunun komiserine (Hulusi Kentmen) verdiği ifadede,  şöyle demişti. ‘Efendim, bizde büyüklere el kalkmaz, lakin bu şahıs benim aklımı karıştırmaya çalıştı. Beni sürekli başka başka işler yapmak isteyen biri olduğuma inandırmak için binbir dolap çevirdi. Sabah bir uyanıyorum, kendimi tiyatroda aktör olarak buluyorum, ertesi gün bir bakıyorum televizyonda haber spikeriyim, sonra  kendimi bir dizide kötü adam rolünde ya da stüdyoda kulaklıklarını takmış bir radyo yapımcısı olarak buluyorum. Hangi birini sayayım komiserim, hat sanatına merak sarıp hattat olduğumu mu, ney yapım atölyesinde üretim yapıp,  ney üfleyip ders verdiğimi mi ? Hatta bir keresinde denizcilik belgesi alıp, aşçı olarak bir yata girdiğime ve bütün yaz Ege’de  o ada senin, bu ada benim dolaştığıma inandırdıydı beni.  Bu kadarla da kalmadı deyyus.  Ney ile yetinmemişim, bir de trompet öğrenmişim ve Roman bandosunda çalmaya başlamışım, hızımı alamayıp Balkanlar’a doğru geziye çıkmış, Makedonya’ya kadar gidip oranın müzisyenleriyle müzik yapmışım.  Sonra da Makedonca kursuna yazılmışım ki, bir dahaki gidişimde Makedon kızlarına daha rahat yazılabileyim. Bu ne komiserim ya...
Hulusi Kentmen, düşünceli bir ifadeyle bıyıklarıyla oynarken sordu.
- Peki evladım, sen bunların gerçek olmadığını nasıl farkettin de adamı hastanelik ettin? Adam iş göremez diye rapor almış adli tıptan. Uzun süre rüyalara giremeyecekmiş. Rüyaya girme yeteneğini kaybettiği için uyku polikliniklerinden  gelen yığınla şikayet mektubu da dava dosyasına kondu. Bu, senin işini zorlaştıracak, benden söylemesi. Adam, ıkına sıkına ancak bazı fotoğraflara girebiliyormuş sadece, o da siyah- beyaz.
- Amirim, ben buraya kadar olanları yine de sineye çekerdim, hani olmaz ama,  hadi biraz hayal gücü yardımıyla inandırıcı bulabilirdim.  Ancak...
Hulusi Kentmen, ‘inandırıcı ‘ lafını duyunca  bıyklarının altından patlayan gülme refleksine engel olamadı ve ‘puufffff’  diye bir ses çıkardı. Sonra kendini güçlükle toparlayarak ‘Eee?... Ancak ?...’  diyebildi.
- O en son manyaklığını duyunca amirim, ben mevzuya uyandım.  Ben uzun metraj film oyunculuğu falan da yapmışım bu arada., tövbe est... neyse sonra  aikidoya merak salıp  bilmem kaçıncı Dan, siyah kuşak aikidocu olmuşum.
Ergin bunları anlatırken, bir yandan da Hulusi Kentmen’in  yüzündeki  mimikleri inceliyordu. Dede’nin  bu çılgın, uçuk yalanları söylediğine komiserin ikna olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Anlatmayı sürdürdü.
-Benim gözler biraz çekik amirim, dikkatinizden kaçmamıştır. Bu aksakallı yavşak da herhalde ben uyurken suratımı inceleyip, rüyaya girmeden önce senaryosuna gereken malzemeyi topluyordu. Ama insanda da biraz hayal gücü olur, biraz inandırıcılık olur. Gözler çekik diye aikidocu yaptın beni, onu da anladım, ama Çin Halk Cumhuriyeti’nden iki hafta ney üflemek üzere teklif aldığımı, hemen sonra da Japonya’da  bir illüzyonistin gösterisinde üç ay boyunca ney  üfleyeceğimi söyleyince bende film koptu. Odunu kaptığım gibi daldım ben buna, bastonuyla bir iki hamlemi savuşturdu ama yine bu şahsın beni daha önce ikna ettiği üzere Hattori Hanzo’yu nasıl kullanacağımı biliyor gibiydim. Bu bilgiyi hatırlayınca şahsı rüyamın dışına atmam  hiç zor olmadı.
Hulusi Kentmen ‘çüüüşşşşhhh... artık’ diye iç geçirdi.
- Bak evlat, dedi tatlı sert bir ses tonuyla. Bu adamın seni şizofreniye itmeye çalıştığı çok açık. Dolayısıyla hafifletici sebeplerin var. Ben, bu dosyayı bir şekilde kapatırım, lakin bu olanları kanıtlayabilir misin ?
Bu kez Ergin ‘Kanıtlamak mı ? Ohhhhh....aaa’ diye içlendi.
- Kanıtlayamam amirim, ama şahit gösterebilirim isterseniz. Hippi Efendi var bizim, o benim bütün bunları yapmış olamayacağıma şahitlik edecektir.
- Hmmm, dedi Hulusi Kentmen, iyi, yarın getir o Hippi Efendi’yi, bir konuşalım.
- Amirim, sizin rüyanızda mı buluşalım, benimkine zahmet eder misiniz ?
- Yok, yok, yine burada, Hippi Efendi’nin rüyasında buluşalım. Malum evrak işleri, rüyalar arasında yazışmalar vakit alabiliyor. Peki, çıkabilirsin Ergin.
Ergin tam çıkmak üzereydi ki, Hulusi Kentmen, ‘Yahu’ bu delibozuk az kalsın Hugo’yu da senin üzerine yıkacakmış.’ dedi ve  ‘ Hoh hoh hooo...’  diye babacan bir kahkaha patlattı.
-Victor Hugo mu komiserim?
-Yok be evladım. Gerçi bizim zamanımızda yoktu ama, o garip çocuk oyunu Hugo’yu televizyonda senin seslendirmiş olduğunu da iddia etse şaşırmam artık.
Ergin komiserin odasından dışarı çıktı.  ‘Bizim zamanımızda  yoktu’ cümlesini kafasının içinde evirip çevirirken  ‘Hugo ne ya, hay ben Hugo’nun ta....’ diye söylendi.  ‘Ne biçim bir şeye bulaştırdın beni  Hippi Efendi?  ‘Hay ben senin de ta...’ diye kendi kendine konuşarak  Kemeraltı’nın sokaklarında gözden kayboldu.
Yazarın notu. Hiç bir hikaye, gerçekler kadar şaşırtıcı olamaz.