7 Mart 2013 Perşembe

Kıldan Tüyden Hikâyeler


O sabah evin içinde soğuk rüzgârlar esiyordu, anlaşılan balkon kapısı yine açık kalmıştı. Kapı arasından salona dolan rüzgârın etkisiyle pamukçuklar, tüyler, toz topakları arasında sanki kıyasıya bir yarış yaşanıyordu. Mobilyaların ayakları arasındaki zorlu bir parkurda, daha kaç tur kaldığını bilmeden. Bitiş çizgisi neredeydi? Bu rallinin bir ‘spansır’ı var mıydı? Yoksa spansır sırra kadem basıp, desteği çoktan çekmiş miydi? Bir tüy topağının zihni bu sorularla niye iştigal ediyordu ki? Hem de bu koşturmacanın içinde.

Zihni gevezelikten hiç vazgeçmezdi zaten. Ben sıradan bir tüy yumağıyım diye düşünmeyi sürdürdü. Bana ne yarıştan, finişten.  Bir keresinde sobanın yakınında takılırken bir tahta parçasıyla sohbeti sırasında "Biraz kıl, biraz tüy ben buyum işte" demişti, yine onu hatırladı. Evin içinde dolanmayı severdi zaten, sağa sola takılır onla bunla lak lak ederdi. Bir ara sehpanın altına takıldığı zamanlarda, yere düşen bir kitapla da uzun sohbetler etmişti. Kitap ne çok şey anlatmıştı, hayatın bir yarış olarak algılandığı, yaşayanların da bu yarışın gönüllü yarışçıları olarak biteviye yarıştığıyla ilgili. “Ne zaman ki yarıştan sıkıldın, telaştan usandın sakin bir yer bul kendine" demişti, "sessizce otur, içine bak.” Sanırım bu bir tüy topağı için pek ilgi çekici değildi, içi boştu çünkü. İçine baksa göreceği hepi topu boşlukta bir araya gelen tüylerin birbirine bağlanması sonucu ortaya çıkan çerçevelenmiş küçük boşluklardı. “Buyur içime baktım, boşluk gördüm” dedi kendi kendine. “Bunu görmek pek de zor olmadı üstelik. Gerçi şu an sessizce oturduğum söylenemez, aksine deli gibi de savruluyorum. Ama içime bakabiliyorum bu halde de, üstelik bu konuda yetenekli sayıyorum kendimi.” deyip sırıttı.

Aniden müthiş bir baskı hissetti üstünde, kapkaranlık oldu her yer. Ne yarış kaldı, ne de varış. Milim kıpırdatamaz oldu kendini, bir kılını bile. Bir anda... Ne bir acı, ne bir haz. Öylece kaldı karanlığın içinde. Sanki birden herşey üstüne o da içine çökmüştü. Bekledi biraz o halde... Bekledi... Bekledi... Beklemekten sıkıldı. Sıkılmaktan sıkıldı. Sıkılmaktan sıkılıyor olmaktan da sıkıldı. Artık eh içime bakayım bari diye düşündü. Baktı, yine boşluk gördü, bu kez daha yoğunlaşmıştı sadece, yoğun boşluk. "Hah, saçma!" dedi sessizliğine. Sessizlik de canını sıkmaya başlamıştı artık. İlgisini sessizliğe yöneltti bu kez. Sessizlik... Fırsat bu fırsat, “bakayım bakalım şu sessizlikte ne keramet varmış” dedi. Gürültülü zihni sessizlikle iletişim kuramıyordu bir türlü; soru sorsa cevap alamıyor, kulak kabartsa sessizlik ne fısıldıyor, ne de bağırıyordu. Doğası gereği sessizlikten aksini beklemek de mantıksızdı. Durum açmazlar salonuna açılan kapı gibiydi. O zaman boşluğa bir şey görmek niyetiyle bakarsan da kapı aynı salona açılacaktı. "Kendine bakmaya hevesliysen muhtemelen daha çok kapı göreceksin bunlar gibi dedi düşünce. 'Sihir Tiyatrosu'nun koridorunu hatırla. Hesseli Harikalar Kumpanyası... " Çıkamadı işin içinden. "Uçtun yine bir uçurtmanın kuyruğunda a aklım" dedi, sustu...

Ne kadar sürdü bilemiyordu, tüy topağının zaman kavramı pek yoktu. Üstündeki, içindeki ağırlık yavaş yavaş azalmaya, ağırlık azaldıkça o genişlemeye başladı. Önceki halinden biraz daha ağır hissediyordu kendini bu kez, olsundu. Ortam aydınlanmaya başladığında farketti kedinin patisinin altında kalmış olduğunu. Kedi ona av muamelesini yapmıştı anlaşılan. Rüzgâr, baskının etkisiyle yoğunlaşan kütlesine eskisi kadar tesir etmiyordu artık, savrulması kesilmişti. Diğerleri yarışa devam etse de, bu zorunlu pit stop iyi gelmişti ona. Yavaştan tribüne sıvışmak zamanıydı şimdi. Esen yele yasladı sırtını, usul usul süpürgeliğin kenarına doğru, güneşe nazır bir yer edindi kendine, mis... Düşündüklerini bir daha düşündü, tribünden izlerken yarışı, yarışçılara baktı dudak bükerek, “fazla şişinmesen iyi edersin" dedi düşünce, "şişindikçe boşluk artıyor, hafifliyorsun. Sonra kendini rüzgârın önünde yarışta buluverirsin. Ağır ol, molla desinler..." "Sen de az mola ver de güneşin tadını çıkarayım" diye kendine kendine konuşmaya devam etti. "Hem" dedi "belki rüzgâra bırakmalı her şeyi. Rüzgâra güven, yekeyi bırak, en uzak sahile nasıl varırsın yoksa. Süpürgeliğin kenarında bir ömür en nihayetinde seni çöpe götürecek süpürgeyi beklemektir, terket konfor alanını...” 

Soğuk rüzgâr yerini yavaş yavaş ılık bir melteme terketmeye başlamıştı. Salondaki yarış da rüzgârın hız kesmesiyle kendiliğinden sonlanmıştı zaten. Herkes bulunduğu yere ağırlaşırken, gökyüzünden daha önce hiç hissetmediği bir şeylerin düşmeye başladığını farketti. Ne kadar dikkatli baksa da üstündeki boşluğa, bir şey göremiyordu; ama bir şeyler yağıyordu işte, hissediyordu bunu. İçindeki boşluk da ılıklaşmaya başladı sanki havayla birlikte. Omuzuna bir şey dokundu geçti, sıcacık. İrkildi “hey!” diye seslendi boşluğa. “Kim var orada?” Bekledi biraz cevap gelir diye. Sonra yeniden, bu kez kolunu sıyırdı geçti. “Heeey!” diye yükseltti sesini. Kulak kabarttı boşluğa bir şey duyma ümidiyle. Yukarıdan “şşşt” diye bir ses geldi, ürperdi “hadi hayırlısı” diye gevşetmeye çalıştı kendini. Yukarıya doğru baktı çekinerek, saksıdaki benjamin tepesinden kaşlarını çatmış bakıyor buna. “Sessiz ol biraz, bağırıp durma saksımın dibinde, yaygaracı. Zaten yılda topu topu üç kez oluyor ” dedi. “Üç kere mi, ne oluyor, niye oluyor?” diye sıraladı soruları merak ve telaş içinde. “Evet üç kere oluyor, yani düşüyor.. Bu farkettiğin üçüncüsü, Cemre'dir adı." dedi. "Kiim?" diye sordu bizimkisi. "Şşşşş, toprağa düşüyor şu an” dedi “Sessiz ol da,  anın keyfini çıkaralım... ”

Salonun kıdemli bilgelerindendi Benjamin. Bünyamin Dede de derlerdi ona bazı eşyalar. Yaşlı olduğundan değil de, vakarından daha çok. Salonun eskilerindendi, taaa ilk zamanlarından. Gencecikti geldiğinde, şimdi artık orta yaşlarını sürüyordu nispeten.“Cemre mi? O ne ki?” diye sormaya devam etti tüy topağı. “İçindeki ılıklığın sebebi” dedi Benjamin. “Heee” dedi anlamış gibi topak. “Hava uyandı, su uyandı uzun kış uykusundan. Şimdi o ılık buse toprağın yanağına konduruluyor, tatlı tatlı uyansın diye.” diyerek açıklamaya çalıştı topağa durumu. “Uyanınca ne olacak ki?” diye sordu topak. “Hayat yeniden doğacak kendisinden, bereket olacak. Bu hep böyle sürüp gidecek, gün gelecek belki yeniden derin, uzun uykusuna dalacak. Sonra belki tekrardan başlayacak her şey. Kim bilebilir?..”

“Bu Bünyamin de ‘dede dede’ konuşmayı pek seviyor” diye geçirdi içinden. Tüy topağı sırtını yaslarken süpürgeliğe, ufka daldı bakışları “şöyle ılık bir rüzgâr esse de, versem sırtımı rüzgâra” dedi... Kulunçlarıma iyi gelir mi acaba? Ilık ılık”.

6 Mart 2013, Kordelya (Edit: 5 Mart 2015)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder